Ben mi Görmek İstemedim Etrafımdaki O Sesiz Matemlerin Tınılarını…

cankocatas

“Sessiz Julietlerimiz vardı, bizim de” diye bir yazı yazıyorum sonra seni, o günü anlatan.” “3 Aralık 2012 Ankara’da kar yağışı” entry’leri, tweetleri dolanıyor sosyal medyada. Telefon elimde ben, öylece bakıyorum kara; boş, boş” ve o yazıyı şu satırlarla bitiriyorum bir gün senin çocuk yaşta öleceğini bilmeden “söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?”

Ahhh yavrum ahhhh. Yokluğundan sonra günlerin üzerine attığım her bir çeltik, o günü nasıl yaşadığımı kimselere haber vermez. Sensiz ”bir gün daha başlıyor”, “bir gün daha bitiyor”ların ardı arkası kesilmeyen sürekliliğinin kahrediciliğini yaşıyorum her gün, her gece.

Biliyorum bu hayatta bir daha hiç böyle bir acı yaşamayacağım; bu öyle bir acı ki hani geçti gibi gelse de hiç geçmeyen yaralar vardır ya içten içe kanar da bir tek siz bilirsiniz kanadığını, geçmediğini. Bu öyle bir acıdır işte hiç geçmeyecek, kabuk bağlamayacak bir yara; hep içten içe kanayacak. Hayatta tek çaresizlik de ölüm karşısındaymış eğer ölüm yoksa illa ki bir şans var demektir.

Bugün 1 Ağustos 2017 Salı; dayın evinizin karşısındaki apartmana taşınıyor. Sabah evini görmeye gittim, mutfak balkonunda balkonunuzda bisikletini gördüm öyle kimsesiz… öyle çaresiz .. öyle sensizdi ki… ben ona, o bana “Can nerede Gülsen” diye seslendik sanki. Dizlerimin bağı çözüldü, kala kaldım balkonda. Daha Lozan Park’a dadanmadığımız vaktimizin çoğunu arkadaş da bulduğundan geçirdiğimiz Teoman Erel parkında eğer düşersen başın darbe almasın diye annenin aldığı “ne kadar iyi yaptın bunu almakla” dediğim kaskla sürdüğün o çokk sevdiğin siyah, beyaz bisikletine baktım…baktım…

İlk bisikletini hatırladım; mavi miydi, yeşil mi? İşte böyle düşündüğümde kendime kızıyorum ne diye fotoğrafını çekmedin, ne diye günlük tutmadın ;yıllarca tutun tutun da Can doğduktan sonra niye bıraktın. Hatırlamıyorum ama Babişkon basın sitesinde oturduğunuzda almıştı ilk küçük bisikletini 2 ya da 2,5 yaşlarındaydın.

Video da ki gibi parktaki kuma, evde halıya ve annenin aldığı ayaklı beyaz tahtaya ev, araba, ağaç, insan resmini “bu bir ev, araba” diye heceleyerek çizerdim sana da verirdim kalemi gelişi güzel karalardın. Tahtada çizim için kullandığımız fosforlu kalemler çok sık biterdi. Birde göz yaşları koca koca olan ağlayan bir bayan resmi çizerdim her yeğenime çizdiğim bir resimdi ördek gibi. Biraz büyüyünce Word dosyasına ekle butonundan resim sütununda resimleri gösterir “hangisi” derdim senin seçtiklerini ki kaplumbağa, aslan, köpek, telefon mum ekler sonra onları yazıcıdan alırdık. Çook sevinir o çıktıları evine bile götürürdün.

Büyüyünce tabii yeni bir bisiklet alındı, annen vefatına kadar kullandığın o siyah beyaz bisikleti aldı bizim mahalleye taşınınca. Sürmeyi öğrenene, alışana kadar arkandan tutum ben, annen; düşersin bir yerin kırılır diye korktuğumuzdan…arkanda ben, çevirirdin pedalları çabuk öğrendin, ben tutmadan sürmeye başladın sonra, çok severdin bisiklet kullanmayı; yangın merdivenine açılan kapıda dururdu, baban indirirdi kapıya.

30 Temmuz 2011 daha bisiklet sürme, bisiklete heveslenme yaşında değilsin bu video çekilirken.

Parkta arkadaşlarınla birlikte arka arkaya sürerdiniz bisikletleri, hızlanırdınız bazen…ben Teoman Erel parkında bisiklet sürdüğün güzergah üzerinde bir bankta oturur tam önüme geldiğinde kalkar kollarımı iki yana açar geçemezsin derdim, biletini göreyim, sen bana uzatırdın bileti şakacıktan.

İşte kısa hayatında çok zaman geçirdiğin parkın

Bazen de bisikletini aylarca top oynadığımız parkta ki basket sahasında sürerdin ki o basket sahasında o kadar çok top oynadık ki…ben öyle bir vuruş yapardım ki havaya doğru top sahayı çevreleyen telleri aşar çimenlere düşerdi, gülerdik ve sen hemen fırlardın “ben alacağım”, ağır demir kapıyı açardım, alıp gelirdin, şut atardın hemen. Oyun parkına bakan teller alt tarafından yırtılmıştı bazen de top oradan dışarı çıkardı sen geçmeye çalışırdın o tellerden bir yerine batar diye o kadar korkardım ki ama sana “yapma diyene kadar çıkardın.

topumuzun kaçtığı yırtık tel

O basket sahasının dili olsa da konuşsa, o kadar keyifli oynardık ki parktaki çocuklar gelirdi bizim şamatamıza “bizde oynayalım mı” tabii sen mutlu olurdun arkadaş buldun diye “ama benle sen takımız” derdin kulağıma eğilip hep yaptığın gibi. Bağırırdın “pas ver” “ Can, al pas haydi kaleye Can, kaleye”. Nasıl sevinirdin gol atarsak önce bir çak yapardık, bir o kadar da üzülürdün gol yersek “yapma Can, tüh” ki bazen kalede sen, bazen ben olurduk.

İdil diye bir kız vardı Berk’in ya da Sarpın ablasıydı aman pek bir felaketti çünkü çok hızlı koşardı çokk, ki onu engelleyip gol yememek için bir çaba bizde. ”Kaç kaç olduk” , parmaklarınla hesaplar gösterirdin, skorları tekrarlamayı severdin Sen. Bir de yaramaz ağaca çıkardı sen çıktığı ağacın altında durur onun sana attığı top şeklindeki kırmızı çiçekleri alır, seyrederdin onu.

Topu nerede oynarsak oynayalım , maçı nerede yaparsak yapalım illaki anlat derdin çok severdin benim bir futbol spikeri gibi anlatmamı tabii hem konuşmak “evet Can Kocataş hızla ilerliyor. Gülsen Feroğlu yetişti, bir çalım ama hayır Can evet can topu aldı kaleye doğru ilerliyor ….” hem de gol yememek için koşturmak beni nasıl yorardı bilmezdin sen. Çünkü senin çocuk direngenliğin, yorulmazlığın karşısında artık yaşlanmaya yüz tutmuş organlarım vardı benim.

Arkadaşlarınla oynarken de anlattırırdın ki ben sen arkadaş edin, sosyalleş diye bazen iki takım yapar hakem olurdum; elimde top ortaya ilerler topu havaya atarak “evet maç başladı top Can’da , karşısında Murat, Gencay, Can ilerliyor, ilerliyor..” Belki yaşasaydın çok iyi bir futbolcu olacaktın kim bilir…kim.

04.09.2011

“Can haydi, yorulduk artık eve” derdim ben sen “yaaa” , “biraz daha “ itirazını yapardın otomatikman. “Oğlum biraz dinlenelim yine geliriz”le zorla götürürdüm seni, ağladığında oldu eve giderken. Eve varınca “önce el yıkanır” sonra park giysilerin, ev giysilerinle değiştirilir eğer terlemişken “offf ama terlemişsinle” vücudun silinir ve anneannenin hazırladığı yemek yeme anı gelirdi. Daha elini yıkarken başlardın yemek, meyve yerken, çizgi film izlerken de devam ederdik az önce parkta yaşadıklarımızın kritiğini, yorumunu yapar konuşurduk; “ya Kıvılcım’ın attığı pası nasıl yakaladın aferin, İbrahim de iyi oynuyor tabii en iyi sen”, “ evet, Güşen Sarp çok yaramaz değil mi”?

Sarp bir keresinde daha yeni aldığımız topu “Berk patlat” dediği için patlatmıştı. Sen elinde sönmüş topun nasıl üzülmüştün, annesi Sarp’ı getirmiş özür diletmişti “Berk yüzünden” demişti “size bir top almak isterim”, “çocuk bunlar olur böyle şeyler” derken ben, sen verdiğim karardan pek bir şey anlamamış gibiydin.” Sarp topumu patlattı “diye annene anlattığın bu olayı üzerine de epey konuşmuştuk.

Kreşe gitmediğin dönemlerde sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki defa parka giderdik özellikle baharda ve yazın. Ama kışında ben seni çıkarırdım.

Şimdi benim yitik prensim; bir yıl önce seninle dolaşırken Sancak’ın, Yıldız’ın parklarında; top oynarken onlarca Parkın, Lozan Park’ın her yerinde, tenis kortunun yanındaki çimenlikte; fırıncı Orhan’dan simit, Gümüşhane ekmekten uzun lavaş, öğretmenler kırtasiyeden küçük top alırken; kim derdi ki ben bir yıl sonra sensiz dolaşacağım bu parkları, sensiz yaşadığım karanlığı, bir çocuğun hayatının elinden vakitsiz alınışının bir insanı nasıl bitirdiğini, sensizliğin acısını dökeceğim yazılara.

Güzel oğlum benim; Cahit’i uğurladım işte 2012’in Aralık ayında, yağan kar yerini güneşe bırakmıştı cenaze günü; Karşıyaka’ya gidemedim Fıskiye sokakta PTT lojmanlarındaki evine gittim. Cahit’le birlikte oturduğumuz mutfağında tek başınaydım. Üç yaşındaydın sen; “mu ne”lerin azalmış konuşuyorsun bayağı hem de düzgün cümlelerle; küçükken parmaklarımızla yüzümüzü kapatıp oynadığımız “ceee”ler, avucuma koyduğum eline parmağımla daire çizip “uçtu uçtu kuş uçtu” diyerek parmağımızı yukarıya kaldırdığımız; baş parmağını tutup başparmağından kıvırmaya başlayarak söylediğimiz “ buraya bir kuş konmuş bu görmüş, bu tutmuş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu hani bana hani demiş” tekerlemeleri ve tabii ki uyku uyuman konusundaki ısrarlarla geçmişti işte zaman. Bir de ellerimle tavşan yapardım duvarda gölgesini görür yakalamaya çalışırdın.

Sonraları 2016, 2015 yıllarında kocaman “abi” olduğunda; okula başladığında ve o 2016 Haziranın son haftasında Kahire caddesinde yürürken gölgeme basmaya çalışırdın “bak gölgene basıyorum, sende benimkine bas” haydi ben senin gölgene basmaya çalışırdım sen gölgeye kaçarak gölgeni kaldırımdan kaçırırdın, hep benim gölgeme basardın yani kazanan sen olurdun. Evde küçük odada otururken “ hani duvarda şekiller yapardın elinle yapsana demiştin”. Niye bilmiyorum tek tek üstünden geçmiştik ölmeden sen bütün yaptıklarımızın, sevdiğin oyunların.

Doğdun diye kesilmiş kurbanın kanı alnında…

Ve şarkılarımız; benim bir tiyatrocu gibi canlandırarak söylediğim pencereyi açar ellerimle uçan kuş yapar “mini mini bir kuş uçmuştu, pencereme konmuştur, aldım onu içeriye” içeriye alırdım… sen küçüksün daha “Ali babanın bir çiftliği var” “me me” nakaratını söylüyorsun…bir elin annende bir elin bende kaldırımda yürüyoruz en sevdiğimiz şarkı “bir küçücük tavşancık varmış. Kırlarda koooşar oynarmış “seni hoplatıyoruz “annesini pek çok severmiş, annesini pek çok severmiş “Gülsen’ini pek çok severmiş.”

Bütün yeğenlerime söylediğim “çayır çimen geze geze oyyyyy”, “ zeytinyağlı yiyemem aman” ve mutfakta “mini mini hanımlara “ derken önüne bir kase dondurma “ sevdalı beylere parasını vermeden aldırmam “ senin burada bir “ala “ deyişin vardı ki “allaa kaymaklı dondurma” dondurmacı…

”Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde” nerden aklına geldi niye geldi “hani o şarkıyı söyle “ dedin Mayıs 2016’da bildiğini sandığım bütün çocuk şarkıları söylüyorum nafile “yok yok hani masal “ sonunda buldum birlikte oynayarak söyledik yine sen delikanlı ben güzel kızım “delikanlı yaklaşmış“ bana yaklaşırdın ben uzaklaşırdım “ güzel kız uzaklaşmış ”

“Can bunu yaptı, şöyle dedi, Can’a ne yapsam, ne pişirsem, nereye götürsem, ne alsam” la geçiyoruz günleri. “Haydi Can” komutunu duyar duymaz bilirdin dışarı çıkılacak bir telaş hazırlanmaya başlardın. ÇOKK çokkk severdin parkları, oyun oynamayı, oyuncakları. Daha bana komşu gelmemiştin, üç sokak öteme taşınmamıştın ikametgâh ettiğiniz Basın Sitesinin içindeki küçük parkta, sitenin dışındaki orta büyüklükteki parkta geçiyorduk zamanı. Babişkon’da Allah var sık sık götürdü diğer anneanneler ve babaannelere sohbet eder siz çocuklara yemek yedirirlerdi.

Ve siteye 200 metre uzaktaki Çağdaş markete giderdik lolipop, çikolata ne istiyorsan birlikte alırdık.Sanıyorum ilk çam ağacını da o yıl almıştık sana. F. teyzenin her yanı mor toplarla kaplı kocaman çam ağacındaki topları elledin, hayran hayran baktın. Ben zaten pek severdim yılbaşlarını; özellikle de karanlıkta ışıkların rengârenk yanmasına bayıldığımdan iki üç ışık kullanırdım ki sende pek sevdin Noel ışıklarını. Evde Odamızın lambasını söndürür yatağıma uzanır ışıkları seyrederdik, yeşil, kırmızı, sarı ışıkların sırayla yanıp sönerken duvarlardaki yansımalarını. ve her yeğenime de eğer evlerinde yoksa illaki de almışımdır çam ağacını. Koçtaş’tan aldık sana annenle orta boy ilk çam ağacı.

Yılbaşına bir ay var ki Tevfik Fikret anaokuluna başlamıştın 2014-2015 döneminde; Noel tatiline 25 Aralık’ta girdi okulun; işte sen daha okula başlamamışken ve de başladıktan sonra genellikle Aralık ayının 15’ine doğru okula başladıktan sonraysa 24 Aralık’tan sonra “haydi ağacımızı kuralım”. Anneannene seslenirdik “yılbaşı ağacını nereye kaldırdın anne çıkarsana” anneannen genellikle “dedo”nun odasında kapının üstünde kimsenin fark edemediği dolaba koymuş olurdu ki son üç yılında 2013 yılında kurduğumuz çam ağacını üst komşu Cem getirmişti yanında bir ren geyiğiyle birlikte hediye etmişti.

31.12.2013 Böyle süslenmişti apartmanın kapısı

Cem koca bir cam ağcı kurmuştu salonuna onunla yetinmemiş; mahalledekilerin ilk defa yapıldığından gıptayla bakacağı apartmanın dışındaki alanı da süslemişti, ışıklar , şişme kardan adamla ki sen o süslerle ne eğlenmiştin; her eve gelişinde, çıkışında şişme kardan adamı illa ki bir eller, kolundan çeker, yanındaki pandayla oynardın.

Cem’in evine süslediği çam ağacını görmeye gitmiştik seninle; o da ertesi gün o ren geyiği ve çam ağacını getirmişti. Cem, ah o Cem! ben seni zar zor uyutmuşum birden Cem’in müzik iştahı kabarırdı ki bir ses apartman yıkılıyor sen uyanırdın; kızardım “Cem yok mu o Cem, pes uyandırdı seni”. Sen hiç sevmediğin uyumamanın suçunu başkasına atmanın sevincinde “evet derdin” başını sallayarak “Cem uyandırdı beni”. Demet Akalın’nın 2012 Kasım ayında çıkardığı albümde yer almış Türkan şarkısını çok çalardı Cem, biz de onun çaldığı müziğe uygun dans etmeye başlardık sayesinde Türkan’ı ezberlemiştik. Apartman müzikle inim inim inler babam “gidip diyeceğim derdi olur mu böyle” bende “ şimdi kapatıp dışarı çıkar, boş ver derdim” .Kızmayı seviyorduk Cem’e “yine Cem “derdim sen de “evet ya yine Cem” derdin.

Bazen de Cem müzik çalmaya başlayınca işaret parmağımla tavanı gösterirdim ben, sende aynısını yapar yaramazlık yapan çocuklarına kızan büyükler gibi kızgın bir şekilde “ yine Cem” derken başını da sallardın “hı, hııı”

22.09.2013 Lozan Park

İşte Cem’in çam ağacını kuruyorduk seninle odamdaki sehpanın üstüne. Dolaşmış ışıkları açmak en az bir saatimizi alıyordu. Sen renk renk topları takardın dallara ki illaki de yeni toplar almış olurduk ya Koçtaş ya Migros ya da 365 ‘de kurulan yılbaşı stantlarından. Bayağı yılbaşı alışverişi yapardık seninle; süslerin önünde durur tek tek eller “bunu, şunu alalım“ derdin, altın, kırmızı renkli zincirler, Noel baba; yılbaşı gecesi için şapka, düdük, boyuna asılacak renk renk kurdeleler balonlar alırdık. Son yılbaşı için aldığımız küçük süsler duruyor resimlerinin yanında bir mumun içinde; baston biçimindeki düdük, küçük Noel baba.

Gümüşi renkli bir melek vardı, çok severdin o meleği “bunu ver götüreyim derdin” ondan beş altı tane vardı, buzdolabı poşetine koyardın küçük kutu şeklîndeki süsleri, sevdiğin renkli toplardan, meleklerden de götürürdün evdeki ağacına asmak için.

Sonra küçükken kucağıma alır pencerenin pervazına dik şekilde koyar arkandan tutardım, büyünce de sen önümde ben arkanda karşı evlerde kurulu yılbaşı ağaçlarını gösterir , bakar ve illaki illaki “hoş geldin yeni yıl, hoş geldin yeni yıl “ uzatarak “neşeeee getirdin bizeee” ve de sallanarak şarkıyı söylerdik. Ardından yine illaki de ailenin klasik doğum günü şarkısı seçilmiş Ahmet Kaya’nın “ Doğum günün kutlu olsun mutlu ol senelerce” söylerdim, söylerdik. Sende ben youtube girip yılbaşı şarkısı aradığımda okulda, kreşte çaldıklarından hatırlayıp gösterdiğin “jingle bells” şarkısını çaldırırdın. Kreş ve okulda da çam ağacının süslendiğini söylerdin ki son kreşin Minik İzler’de göstermiştin bana girişte arkadaşlarınla süslediğin çam ağacını.

İlk defa seni kaybettiğim 2016 yılının ardından gelen 2017 yılında seninle 3 yıl; en son 26.12.2015’te birlikte süslediğimiz yine anneannenin o dolapta sakladığı o ağacı süslemedim yavrum, mezarına getirdim süsleri ama o meleği getirmedim alırlar diye.

26.12.2015 süslediğimiz son çam ağacı

Ne garip en son 2015 Aralık ayında süslediğimiz çam ağacının resmini F. teyzene yollamıştım whatsapp’tan. Ve ne kadar garip bir tesadüftü oğlum, süslediğimiz ağacın yanına birlikte yerleştirdik senin ölümünden sonra kullanacakları Minik İzler kreşinde Gülay hanımın çektirdiği resmini. Yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü gibi hep bu komidinin üstünde duran o iki resmin yanında kuzenin İ.’ni de bir resmi de vardı ama cam ağacını koyduğumuzdan kaldırdık onu, yer yok diye birlikte.

Güzel oğlum bugün 23 Aralık 2017 ben bu yazıyı yazıyorum dışarda kar yağıyor, iki gün önce karşılaştığım biri “denin yılbaşı süslerini çok sevdiğini söylediğimde; bana annenin senin evde süslediğin çam ağacını üzerindeki süslerle, ışıklarıyla çöplerle birlikte kapıya koyduğunu anlattı. Çam ağacının ortasından kırık olduğunu da söyledi. O kadar kötü oldum ki… senin elinin değdiği, özenle süslediğin çam ağacı. Neden bilmiyorum. Ve niye…belki onu görmek acı verdiğinden..bilmiyorum ki ama kendime gelemdim hala…zor oğlum çok zor …

2016 yılı sen bizdesin, anneannen Dikili’de, daha okul tatile girmemiş sen telefon ettin “işin var mı? annem sor diyor? işin yoksa gelebilir miyim? sana (oyunun adını şimdi hatırlamıyorum) nasıl bir üste geçeceğini göstereyim ki o oyunu cep telefonumun ekranına da indirmiştin “ temizlik yapıyorum oysa ama sen olunca akan sular dururdu..sana da toz bezi verdim odadaki sehpaların , yukardaki resimdeki komidinin tozunu al diye, bir baktım toz almayı bitirmiş üç resmi birbirine bakar biçimde , arka tarafları dışa gelecek şekilde yerleştirmişsin “bu ne oğlum” dedim “niye böyle yaptın” “ee toplantı yapıyorlar” demez misin? Güldüm, yaptığını bozmadım bir iki gün; o üç resim toplantı yaptı, senin istediğin gibi. Yatağa yatınca resimlere gözüm ilişir, söylediğin aklıma gelir gülerdim.

Yavrum ben Cahit’i kaybettiğim Aralık 2012’de hala basın sitesinde oturuyordun. Ve ben İpek’in anneannesiyle bekliyordum seni kreşten getirecek servisi. İpek’ te pek bir sevimsizdi; bazen sen, bazen o erken geliyordun. Servisinin kapısı açıldığında beni gördüğündeki o gülümsemen, o kucağıma atlayışın, o sevincin …asla sen ölünceye kadar hiç değişmedi hiççç.

Seni nasıl ilk kreşe başladığında servisten almışsam, son aldığımda da aynı sevinç, aynı gülümse oldu yüzünde.

Ve asla sen bana yürüyerek gelmedin hep nerde gördüysen koştun bana, servisten aldığımda da kucağıma atlardın;2 yaşındayken de 7 yaşındayken de. Boynuma sarılırdın, ben de sana sarılır, kucaklardım. Tek fark küçükken bakıcın elime verirdi çantanı, okula başlayınca bazen çantan sırtında olurdu; eve varınca çantanın içinde kağıtlar ya da öğretmenin not düştüğü bir defter vardı götürüp getirdiğin onu çıkarırdın eğer çantan sırtında değilse elime verir ,öyle atlardın kucağıma bazen de vermezdin bana ben “eline al derdim sırtın ağrımasın.”

işte öğretmeninin not yazıp gönderdiği defter.

Ve sen; bir arkadaşımın “yahu bu yatak odasına asılır” dediği salonun duvarına astığım çıplak kadın tablosundaki kadını “bu kim” diye sorduğumda saçlarını sarıya boyattığından “bu Y.” dediğin kardeş saydığımız Y. teyzen 2012’nin Kasım ayında evlendi.

Y. sandığın resim

Birde salondaki masanın karşısına asılı bir resim vardı. Güzel bir kadın resmi. Bazen onun gibi poz verirdin. Severdin o resmi de , elini yanına koyar “bak Güşen onun gibi yaptım “derdin.

işte aynı pozu verdiğin resim

Y.’nin evlendiği o gün, o akşam ilk defa eğer gecikirsek kalmak üzere 3 yaşındaydın evimize geldin. Anneannene emanet ettik seni, babanın arabasıyla yola çıktık. Her zamanki gibi şoförlüğü acemi babanın yanına oturmuş annen ona yol gösteriyor; sağa gir, yok sola dön, düz git; baban da “tamam gülüm” diyorsa da hep kendi dediğini yapıyor, kuzenin T. bir ara dayanamadı “valla sen işi güzel götürüyorsun tamam gülüm he canım diye diye istediğini yapıyorsun “ deyiverdi. O gün T. bizim belki de çokk sonraları fark edeceğimiz gerçeği uluorta ergen dürüstlüğüyle yüzüne vuruvermişti hepimizin.

Güzel oğlum, aşkım benim; hayatını yazarken o bölümde olması gereken anılar o an aklıma gelmiyor bir başka bölümü yazarken aklıma geliveriyor, onun içinde yaşadıklarını, hikayeni kronolojik bir şekilde yazamıyorum. Birlikte tatile gidip döndüğümüz 2012’nin Eylül ayından sonra 4.caddedeki Su Doku kreşine başladın ki ben de emekliliğimi vermiştim. Rahatça seni alıyordum servisten, annem babamla döndü Dikili’den ve biz ortaklaşa bakmaya başladık yine sana daha önce yazdım mı bilmiyorum sen öyle sürekli kreşe giden biri değildin; Hastalanıyordun ya sık sık, kütür kütür öksürüğün dinmiyordu ya da kar kış kıyamet oluyordu kreşe gitmiyordun.

Bir gün hiç unutmam çok ufaksın 1 ya da 1,5 olabilir daha babaannen bakıyordu sana, ateşin öyle çokkk ve babaannenin kucağındasın üstünde atlet; baban; annene “akşam sırayla bakarız değil mi; sen uyursun ben; ben uyurum sen bakarsın” diyor sanki evcilik oyunu oynayan iki insan var karşımda.

Annen seni kucağına almak istiyor ama babaannen bırakmak istemiyor “çocuğum çok hasta, bırakın “ kızıyor, annen de “ateşi çok, öyle bastırmayın göğsünüze ateşi düşmez “diyor kızgın. Sen ateşin yükseldiğinde hep baygın bakan gözlerinle bakıyorsun, babaannen ağlıyor birden, bense o durumda senin iyi olduğunu görmeden eve asla gidemem, sessizce seyrediyorum olanları. Neyse sonunda veriyor seni annene.

Annen ödediği kira parasının kredi kullanarak ev alırsa ödeyeceği kredinin taksiti kadar olduğunu söyleyerek ev almaya karar veriyor 2013 yılına girerken. Alt kattaki F. hanımın “çok gürültü yapıyorlar” şikayetinden, F. teyzenin de “ayyy yılardır oturuyorum bu site de, iki çocuk büyüttüm hiç kimse seslerini duymadı, hiç şikayet almadım, komşulara rezil oldum, utanıyorum ” konuşmalarındaki imalardan da bıkmıştı. Sen de yavrum cidden o yaşında dahi inatçı bir çocuktun ki annen bunun babadan geçen bir genetik vaka olduğunu söyler dururdu; bir ağladın mı susturmak kolay olmazdı. Oysa anne de çok inatçı ve de her şeyi ben kendim yaparım, çözerim kimseye ihtiyacım yok modun da biriydi. Öyle ki bebeksin üç ya da dört aylık baban bir iş için Rusya’ya gitti birkaç günlüğüne annen geceleyin kimseyi yanında istemedi.

Bir de yavrum oyuncaklarını fırlatma huyun vardı , eline ne geçerse fırlatırdın, adını şimdi anımsamıyorum sen “ bugün …..oyuncağı attı” diye anlattığında bu huyunu kreşteki arkadaşından kaptığını düşündük ama sen kreşe gitmeden de atardın.

Zaten aynı sitede oturduğunuz F.teyzenin kendisine pek yardımcı olmadığından yakınan annen ki bir keresinde hastalanmışsın kusmaya başlamışsın annen de F.yi çağırmış anlattığına göre F. gelmiş, bakmış sonra o haldeyken “İ. kızım geliyor İstanbul’dan işim çok “ diyerek annenin senin kustuğun yeri silmesini dahi beklemeden evine gitmiş. Bu olay çok üzmüştü anneni “ben bilmem F.yi” derdi “onun için tek önemli olan kendi çocukları” doğrusu annen haklıydı.

F. de zaten baştan sana bakmayacağını ama ilk okula başladığında seni ancak servisten alıp annen gelene kadar bakabileceğini söylemiş ayrıca tanıdık tanımadık herkesin illaki bulup kendini mağdur göstereceği, sığınacağı bir bahaneyi o da bulmuştu. 2012 de nüksetmiş her ne olursa onun bahanesi yapacağı, öne süreceği Romatizmal hastalığını kastederek “ hastayım kendime zor bakıyorum “ derdi her yapmak istemediği şey için..

30.09.2011 Duru ve sen ne kadar küçük ve şaşkınsınız

Onun içinde annem sana baktığında “Nil sitesinde bir ev bulup sana yakına taşınsam Can’a bakmanız daha kolay olur” diyen annen bizim evle aynı cadde üzerinde, üç sokak ötede bir ev bulduğunu, Elena diye bir Rus bayanın oturduğunu, akşam o işten gelince gidip görebileceğimizi söyledi.

Seni anneanneye emanet ettik hava kararmıştı zira kıştı, baban dubleks evi görür görmez hayran oldu “bu olsun” dedi, emlakçıya da ben “yarın veririsin “ dememe rağmen orada apartmanın dış kapısı önünde kaparo bile verildi. İlk başta hemen alalım, kaçırmayalım diyen baban kaparo verildikten sonra niyeyse oturanlar taşları diye kendisini entelektüel sınıfına koyduğundan beğenmedi bir dairenin kapısının önünde ayakkabı görünce apartmanda gecekondu havası var diyip durdu birden. Ama kaparo ödenmiş ve de o zaman göre galiba 180 bin TL. uygun fiyatlı bir ev bulmak zor olduğundan annen kararsız kaldı çok masraflı bir tadilata başlanmıştı ki satışa çıkarmaya bile kalktı annen hatta emlakçıyla bile konuşuldu.

büyüdükçe pek özendiğin saçın kesiliyor

Öyle kredi çekilerek alınan bir evi hemen satamayacağımızı söyleyince emlakçı hele bir oturalım diyerek vazgeçti annen. Kış boyunca bir, iki ay sürdü tadilat; kapılar, boya, parkeler, borular, mutfağa radyatörün yeri değişti, baban sütlü kahverengi mutfak fayansı almış ben ve anneannen görüşümüzü rengi pek beğenmediğinizi söyleyince baban ses etmedi ama kızgın bir biçimde salona yöneldi, annen ertesi gün “Cem hoşlanmıyor karışmanızdan bir şey söylemeyin” diye uyardı bizi.

Ben bu hayatta yavrum en çok; karı kocanın; birbirini sevmeseler dahi bu birbirine kol kanat germede ki mükemmel uyuma şaşırmışımdır. Evli onlarca insan tanıdım hepsinde eşler; kadın, erkek herkes bir padişah oğlu, kızı kadar dokunulmaz olduğundan karşı tarafın ailesinden gelecek bir eleştiri karşısında o an susarlar; akşam evlerinde ne konuşur ne ederler artık onu Allah bilir; ertesi günde eleştiri kime yapılmışa onun partneri uyarır aileyi bu derece dürüstlükten, içtenlikten uzaktır işte ailesel ilişkiler.

Hâlbuki eşini niye yem diye ortaya atıyorsun, kendini kendin korusan, kendin cevap versen, söylesen olmuyor mu? Sanki eşi kullanmak daha mı asil, doğru bir hareket? Öyle davranınca gelin ya da damat daha mı yüz göz olmuyor aileyle, daha mı yüceliyor eşinin gözünde erdemlikten uzaklığı kanıtlanmışken. Yaşasaydın sende öğrenecektin, görecektin bizim düşlediğimiz mükemmellikte aileler yok hayatta ve de kimse yaşadığını, gerçeğini anlatmadığından niyeyse “kol kırılsın da yen içinde kalsın” mantıksızlığı ağır bastığından, toplumun oluşturan bireyi şekillendiren aile yapıları kapalı bir kutu kaldığından…Pandoranın kutusu hiç açılmadığından… bu yaşadığımız toplumun böylesine sağlıksız, paranoyak yapısını da çözemiyoruz…

  Neyse maşallah baban tembel mi tembel biz olmasak tamirat bitmeyecek yok boyacı ara, yok muslukçu bul, yok adam işi yarım bırakmış, boyayı düzgün yapmamış, merdivenin askılıkları sor ne zaman gelecek, bari su borularını da değiştir, mutfak için usta arayın; hem karışmayın hem de her işe anneyi, babayı, ablayı koşturma.

anneannenin ördüğü, sen gelince giydirdiğimiz patikler ayağında

İşin tuhafı biz koşmaktan memnunuz sen geleceksin yanımıza, komşumuz olacaksın, çat kapı sana ulaşabileceğiz diye. Sizin evle bizim evin arası beş dakika. Pek sevinçliyiz pek . Mart 2013 sonu Nisan başı gibi, sen 3,5 yaşındasın taşındınız mahalleye. Zor iştir taşınmak annen perişan, baban mı sanki misafir o derece rahat. Nakliyeci ayarla, parasını öde, eşyaları toparla öyle çok yoruldu ki annen, taşınma günü bizdesin. Heyecanlısın. Yeni bir eve gelindiğini, odanı biliyorsun. Tabii sana oda takımı, ki hemen hemen 9 yaşına kadar yatabileceğin yatak alınıyor, komindin var atlet, külot, elbiselerinin koyulacağı 4 ya da beş çekmeceli beyaz renkli. Odan dikdörtgen olduğundan küçük ama şirin pencerenden cadde, park gözüküyor. Özellikle merdivenleri tırmanmak istiyorsun tabii biz de tam tersi bir panik havası ya düşersen, önlem alınıyor hemen tahta çit gibi bir kapı konuyor üst katta ki holün merdivene açılan kısmına.

Taşınma bitiyor ertesi gün annem “bir bakıp geleyim“ diyor üzerine battaniye serili üçlü kanepede oturmuş ekranının ucu hafif zedelenmiş televizyonda çizgi film izliyormuşsun sen. Babanı sormuş “ kovdum” demiş annen “niye” “bu nasıl iş, her şeyi ben yapıyorum, nakliyecilerle ben muhatabım, parasını ben ödüyorum, eli cebinde uzakta duruyor, izliyor beni ” annem dünden razı ya “anahtarı değiştirdin mi değiştir ki gelmesin eve” diyor gülerek.

Şimdi yavrum bu yazdıklarımı okuyan olursa “ya niye her şeyi böyle ulu orta, saklamadan yazıyor” diye düşünüyor, beni yargılıyor olabilir. Ama özellikle bir çocuğu, bir genci ölüme götüren taşları; aile, toplum, ülkenin var olan sistemi yasalar nasıl döşüyor, yaşanalar nasıl etkiliyor insanları, bir çocuğun, gencin kişiliği nasıl oluşuyor ya da ailede yaşananlar bu kişiliğe ne katıyor işte tüm bunlar tartışılmayan bunlardır bugün “bu insanlar nasıl bu kadar duyarsız, insanlıktan yoksun”nun cevabı.

ne çok severdin bayram şekerlerini ne çokkk

Buraya yazdıklarımın aynısını yaşayan milyonlarca ev, insan var biliyorum ama sanki kapalı kapılar ardında bunların aynısı yaşanmıyormuş tavrı, anne babanın “yok piyanoya gitsin, iki yabancı dil bilsin, drama ya gönderelim” vari bambaşka şeylerle meşgul olup çocuğunun korunmasına, güvenliğine, ruhsal sağlığına yönelik misal arabaya bindiklerinde bir emniyet kemeri takmayı düşündürmeyen aile yapıları, devletin çocuk haklarının bilinmesine, çocuklara yönelik şiddeti engellemeye yönelik yaptırımlardaki eksikliği senin gibi onlarca çocuğun yaşamın başında hayatından olmasına neden olduğundan açıklıkla yazıyorum her şeyi.

Herkeste yazmalı nasıl bir ortamda yetişildiği ve bu ortamın kişilikleri nasıl etkilediğinin bilinmesi için cesaretle anlatmalı insanlar çektiklerini, yaşadıklarını “me too” diyebilmeli herkes. Böylece aile ve toplum olarak aksaklılar, yanlışlar, doğrular ortalığa saçılacağından hayatı, yarını daha güzel kılacak tedbirler alınacağından yok yere çocuklarda hayatlarından olmayacaklardır.

Yoksa senin gibi; Antalya’da gezmeye çıkan 8 yaşındaki Özgü İzem Ahırlı; Isparta’nın Eğirdir ilçesinde meydana gelen kazada 6 yaşındaki Can Yıkılmaz, Trabzon’un Akçaabat ilçesinde meydana gelen trafik kazasında 3 yaşındaki E.B, Samsun’da meydana gelen trafik kazasında 3 yaşındaki Nisa Yüksel; Niksar ilçesine bağlı Büyükyurt köyünde Yılmaz ve Gülşen Şahin çiftinin 4 çocuğundan 3’ü Berkay (5), Berilsu (2) ve Aleyna (1) anneleri evde yokken sobadan çıkan yangında hayatını kaybetti haberlerinin ardı arkası bir yüzyıl daha kesilmeyecek.

kim bilir ne düşünüyordun

Bir yüzyıl daha bir çocuğu, evladını kaybeden onlarca insanda artık beni hiç bir şey öldürmez diyeceğinden kim ne yaparsa yapsın, ne olursa oldun umurunda olmayacağı hayatı beyni kilitlenmiş, kendine dahi faydası olmayan bir biçimde sürdürecektir. her gün ama her gün istisnasız en az 20 çocuğun ihmalden öldüğü bu ülkede bu sonuç toplumun geleceği açısından kaygı verici bir hale gelmiştir

Annenin, babanın, ailenin gözünden sakındığı evladını ihmaliyle hayatından etmesi ; ardından da bu ihmale “hangi anne hangi baba evladını öldürmek ister ”le arka çıkılarak ihmallerin devamına icazet veren bu toplumsal yapının yıkılması için kim zarar görecekse görsün diyerek yazmalı, konuşmalı insanlar eğer gerçekten çocuklara değer veriliyorsa.

Çünkü yavrum çocuklar; kararlarıyla, yaptıklarıyla kendilerinin kaderlerini çizen ama bunu inkar eden anne, babaların, yakınlarındaki insanlar kurbanıdırlar, küçüktürler onlara muhtaçtırlar ne derse onu yapmak zorundadırlar. Gerçeği yazdık, konuştuk diye kim hangi aile zarar görüyorsa görsün yeter ki bir tek çocuk zarar görmesin.

“2009 Eylül’ünde doğan seni 2010 yılın Nisan sonu, Mayıs başı kadar 6 ay doğum iznini kullanan annen; o günden sonra …….. çekildiği 30 Temmuz 2011 tarihinde görüleceği üzere Haziran 2011’e kadar da dedenle hastanede kaldığı, devre mülk için Kızılcahamam’a gittiği arada mola verdiği günleri de çıkarsak yaklaşık on ya da on bir ay babaannen baktı sana. Ne garip gittiğin her kreşin adını hatırlıyorum ama ilk kreşinin hatırlayamıyorum galiba 4. cadde’deydi; 2 yaşına girmene 3 ay varken kreşe yolluyor annen seni. “ diye yazmışım bir önceki yazıda.

Ki çok kısa bir süre gittin sonra annem bakmaya başladı sana çünkü Duru doğduğunda herkes biliyor ki annem sana bakıyordu zira Duru sizde banyo yaptırılıyordu annem 2012’nin Eylül ayına kadar arada benim 2012 Şubat ayı ameliyatımla bir ay ara verdi baktı sana ki galiba sen o yıl Ekim ayında başladın bizim mahalleye taşındığında devam ettiğin Sudoku’ya.

yeni evinde ilk videon

Bu video nun çekildiği gün dün gibi hatırımda. 2013 yılı Cumartesi annen kahvaltıya çağırdı bizi ki kuş sütü eksikti. Temmuz ayında daha önce yeni evinize hayırlı olsuna galiba Mudo’dan şık gri bir vazo alarak gelen G.teyzenler , baban annen ve sen birlikte Dikili’deki yazlıkta tatil yapmıştınız. Tatil dönüşü yazlıkta çekilen videoları, resimleri göstermek üzere size gelmişlerdi ben ve annemi de çağırmıştı annen. Ki yukarıdaki videoda kreşteki öğretmenlerinin adını sayıyorum ben tek, tek.

Artık servis bizim evin önüne geliyor saat 16 gibi bazen daha erken kreşine gelerek alıyorum seni ki o anki sevincin …. bazen de sabahları da çoğu kez biraz da geç bir saatte ben götürüyorum ; kestirme yol tutkunun nedeni olacak şeyi yapıyorum; sen kreşe güle oynaya git diye “haydi kestirmeden gidelim “, “ yeni bir yol keşfedelim” diyerek her defasında farklı bir yoldan götürüyorum kreşin “Sudoku”ya.

09.08.2013 10;37 yeni evinde

Turan Güneş Bulvarından karşıya geçmek için seni kucağıma alıyor araba seslerinin bastıracağını bildiğimden kulağının dibinde “ahh bu zırto pırtlar”ı bağırarak söyleyip koşarak karşıya geçerken nasıl da gülerdin, nasıl…. Oyuna çevirirdin her şeyi. Sonra Final Optik’le, Öz Sütün arasındaki yoldan, bazen de Final optikçisinin yanındaki merdivenlerden 4. caddeye oradan da aşağıya doğru 300 metre sonrasıydı kreşin.

Kapısına geldiğimizde elimi bırakmak istemezdin ama… ahh ama mecburiyet öğretmenin karşılar alırdı seni sınıfına doğru giderken arkana, bana bakardın ve ben her defasında çok üzülürdüm ama İngilizce, drama, oyun eğitimin için gerekli şeyler öğreniyorsun diye eve dönerdim. İngilizce öğrenmiştin “one, two,…” bir de “my names Can” “sen biliyor musun “ soruların “say bakalım haydi “ deyişin ve sanki ben bilemmişim gibi cevap aldığında ki şaşkınlığın, birlikte youtube bulup peş peşe en az dört defa dinlediğimiz Finger Family.” “ Daddy finger, daddy finger, where are you? Here I am, here I am How do you do?” Can… Can.

Güzel bir kreşti üç katlı, kullandığı damacana su bile farklıydı; markası taşkesti’ydi; damacanasının içinde BPA yok diye bizde evlere Taşkesti almaya başladık .Yalnız çok pahalıydı ve de bir keresinde ayağın kaymış düşmüştün. Bir keresinde de havuz yapmışlar kreşte mayo istemişlerdi sen pek bir hevesle anlatmana rağmen tabii ki yüzmemiştin. Bana kreşte nasıl sıraya girdiğinizi gösterirdin. Kolumu senin omuzuna koymamı isterdin. Böyle gidiyoruz sınıfa derdin.

Dönüşte ve bazen de giderken kreşe merdiveni Nurçin Sayan İlkokulun bahçesine inen üst geçitti kullanırdık ki o üst geçitten gidip gelmeyi, üstünde bir iki dakika durup arabaları seyretmeyi çok severdin “buradan gidelim, buradan “ ağzımı açmama fırsat vermeden merdivenleri çıkmaya başlardın mecburen takip, o merdiven tırmanışı oyuna çeviri sayardık “ooooo ne çokmuş” . Yağmur yağdığında ıslak merdivenlerden düşeceksin diye korkardım bir elin demir korkuluğunda bir elin bende “onun arabası var” derdim “güzel mi güzel “ diye tamamlardın “şoförü de var” “özel mi özel” .

Tuvaletini yaparken de söylerdik şarkı ki anneannen bu konuda torunları tuvalete alıştırma da süperdi, tabii konuşturmada da; zaten annen hayatta babaannenin bu işi halletmesine titizliği yüzünden izin vermezdi; lazımlık alındı sana tabii bize de. sonra da Duru’ya verildi . İlk başta annem çişini yap diye bacaklarından tutardı klozete “çişşş, haydi çişşş” daha sitedeydiniz; 2 yaşına doğru annem alıştırdı seni ama ilk kakan düşünce klozete korktun sen ne gülmüştük.

Sonra geceleri seni tuvalete götürürdük, uykulu uykulu. 2015 yılı kocamansın yanımda yatıyorsun bahardı çok iyi hatırlıyorum o günü ve sırası geldiğinde yazacağım yine kucağıma aldım seni götürdüm tuvalette “ovvvv yok yok “ der mırın kırın ederdin gözkapaklarını açmadan bazen yarı aralık ama epey bir süre altına da kaçırdın geceleri. Bazen annen seni götürmeyi unuturdu genellikle de o zaman altına kaçırırdın , mahcup olurdun altına kaçırınca “bir şey olmaz “ derdik , öyle durumlarda üstünün değiştirtilmesine kızar, iterdin elinle.

Birde bizim dans parçamız youtube’da açardım Yıldız Tilbe “ ben o yârin…haberin olsun “ Allahım, Allahım nasıl dans ederdik, terleme diye atletle bırakırdım seni. Kral TV açık birden “ ne yaparım bilmem seni bir gün görmesem” çaldı sen başladın söylemeyi “bunu da mı biliyorsun” “annemle benim şarkım biz seviyoluz” .Dolmuştayım sen yoksun artık birden “ne yaparım bilmem…” çaldı açık radyodan, ağlıyorum ben.

Nasıl bir yalan barındırıyormuş o şarkının sözleri yavrum “bak sen yoksun seni bir gün görmeden yıl geçti işte..” Düşünsene yavrum sen yoksun yaşadığın yerler, sevdiğin şarkıları ve onlarca şeyi gören ben arkadaşın “Güşen”nin kalbime bıçak saplanıyor, öyle bir sızı ki göğsüme doğru yayılan anlatamıyorum.

elinle oynadığın duvardaki yıldızlar, lale süsleri hala duruyor , bıraktığın gibi

Niye…niye…niye…bilmem yıkanmaktan nefret ederdin, banyo yapınca ağlamadığın zaman yoktu, “gözünü kapa” derdi annen sen daha kapatmaya başlarken ağlardın “sabun, şampuan kaçtı gözüme” diye basardın yaygarayı. Babanda yıkanmayı sevmeyen biriydi. Annen sana banyo yaptırdığında sizin evde, bizde belki bir ya da iki defa yapmışsındır, yazlıkta Dikili’de illaki ağlardın ve eğer banyoda yanında değilsem ki genellikle olurdum, ağlama sesini duyar duymaz fırlar; banyoya gelirdim. Hemen sevdiğin şarkıyı söyler, oyunlar yapardım “bak, bak “ dilimi çıkarır, elimi kolumu oynatır; alkış tutar “mini mini bir kuş pencereme konmuştu”, “bir aslan miyav demişşşş”, “tamam kuzum, tamam bitti “ anneannende yetişirdi göbeğini hoplatır, oynardı parmaklarını şakırdatarak sen ağlama diye.

Ağladığından ağzına doğru burnundan akan sümükleri silerdi annen de. Ağlarken birde konuşmaya çalışırdın “ dökme, dökme, gözüme girdi, sabun kaçtı” annen lifle seni sabunlarken de ağlardın. Ağlayarak tamamlanan banyo sonunda seni havluya, sonraları annenin aldığı mavi, açık kahverengi bornozuna sarar odaya doğru koşardık ki bazen ben alırdım kucağıma seni hala ağlarken. Seni genellikle annenin yatak odasına götürür, yatağa yatırır kurulardık, mis gibi sabun kokardın “ niye ağladın ki yavrum bak ne güzel temiz oldun “, sen “işte” derdin “gözüne sabun kaçıyor ondan ağladın değil mi” “evet, hııı, kaçtı gözüme” sonra saçını kurutma makinasıyla kurulardı annen.

Bebekken Johnson & Johnson yağlardık seni, masaj yapar kollarını bacaklarını uzatır, kavuşturur bir nevi jimnastik yaptırırdık sana. Çok pişik olduğundan Mustela , Sudocrem kullanırdık pudra bile kullandık sana. Seni giyindirdik sonra ama seni elimize geçirmişiz ya yiyeceğiz tabii ki, parmaklarımızla vücudundan lokmalar koparır gibi yapar “ ooff ne tatlısın sen, yiyip bitireceğiz seni” diye başlardık yemeğe, sen bir o yana, bir bu yana döner kaçmaya çalışırdın; bizden. “dur seni yiyeceğim” sadece banyo sonrası değil sık sık yaptığımız bir oyundu; gıdıklardık da çıplak karnını, giyinmek istemez yakalamaya çalışırdık; gülerdin sen; az önce banyo da ortalığı birbirine katan sen değilmişsin gibi.

Evde koltukta otururken, yatağa uzanmış dinlenirken ya da konuşurken birden ben bağırırdım “çocuklar gelin Can’ı yiyelim” ya da “anneannesi haydi gel şu çocuğu yiyip, bitirelim” Sen daha bir yaşındayken yani küçükken kurbanlık koyun gibi durur bakardın bizim senden lokmalar koparıp ağzımıza atıp şakacıktan yiyor gibi yapmamıza belki de “bu salaklar ne yapıyor böyle “ diye düşünürdün. Ama büyüdükçe sen de bu oyuna katıldın, kocamandın benim yatağıma uzatıp “anne gel bu oğlanı” yiyelim derdim hala; çocuk olmak bunun için güzeldi işte.

Büyüdüğünde benim odamda yan yana yatıp çizgi film izlerken birden bana dönüp “dur bakayım sen gıdıklanıyor musun derdin” ve beni kollarımın altından bazen de ayaklarımın altından gıdıklamaya çalışırdın bende “dur zırto, dur bakalım nasılmış gıdıklama” diye seni gıdıklamaya çalışır bayağı bildiğin yatakta boğuşurduk.

yerdeki bu şık hasır halı toz çıkarıp öksürtüyor seni diye kaldırıldı

Biliyor musun Cano sen yoksun ya bir olay oluyor misal üst komşunun kızı evleniyor alkış kıymet Can olsaydı diyorum pencereden bakardık önüme geçerdi hemen, seninle oynarken bahçede parkta oynarken bizi seyreden yaşlı amca öldü Can. Can olsa balkona çıkar kalabalığa bakardı diyorum. Hani senin oyunlar oynadığın Nurçin Sayar okulunun duvarına ördeklerin, balıkların resmini yapmışlar. Can olsa bayılırdı diyorum.

Küçüktün 23 Nisan’da seni götürmüştüm çocuk bayramını kutlamak için bizim sokaktaki Nurçin Sayar ilkokuluna ki hemen hemen bütün kuzenlerin ilk 23 Nisan bayramını “benim balonlarım vardı “ şarkısı eşliğinde orda kutlamışlardı. Sana da balon aldım ki bayılırdın balonlara , öğretmenler kırtasiyeden aldığımız ki alırken sen her renkten bir tane seçerdin en az on tane olan balonları tek tek bana şişirtirken arada sorardım “tamam mı, yeter mi bu kadar” istediğin kadar şişirdim, birkaç kez de şişirirken patladı ama o kadar koktuk ki “ödümüz koptu di mi Cano”.

Sonra oyuna geçerdik bazen futbol, bazen voleybol topu ama hep yukarı atıp kim yere düşürmeden tutacak oyunu. Sonra küçük odadaki gardıroba balonları tıkar sen gelince ilk iş oraya bakar, çıkarırdın. En son gününe kadar orada hep bir balon oldu. Bazen balon olmazdı evde yemek yaparken kullandığımız ameliyat eldivenlerini şişirir balon yapardık, beş parmaklı balon onları ben bağlayana kadar susardın. Ben bazen çabuk yorulduğumdan yatağa uzanır bana attığın balonları ayağımla geri sana atmaya çalışırdım, hole kaçardı balonlar bir keresinde “deney” diye ki sen son yıllarda deneye de merak salacaktın; balkondan bıraktık, uçtu gitti.

Şimdilerde 2017 yazında Lozan parkında her çocuğun elinde adı ışıklı pamuk şeker, kılıç olan oyuncaklar. Bir de yel değirmeni dedikleri sarı, mavi, kırmızı renklerin peşe peşe döndüğü ışıl ışıl bir oyuncak ki sen bayılacaktın ona, biliyorsun illaki alırdım sana, illaki. Tüm bu yeni gördüğüm trend oyuncakları alıp sana sürpriz yaptığımı hayal ediyorum senin o oyuncakları gördüğündeki ifaden canlanıyor gözümde; Ahhhhh Cannnnn, ahhhhh söyleyeceğin sözler “ne güzelmiş , değişikmiş Güşen” …. annemin kolu kırıldı ve ben Can seni bu halde alçı içinde görse ne kadar şaşırırdı anne dedim.

Sonra bir filmde/dizide bir reklamda bir haber bülteninde gazetede, dergide yolda, otobüste, parkta, alışveriş merkezinde bir yerde adın geçiyor “Can”, dönüyorum bakıyorum, kalıyorum öyle, senden bir iz bulmak istiyorum adı “Can “ olan o çocuğun kaşında, gözünde hareketlerinde. Rüyamda gördüm seni dün, su içiyordun muslukta yine kucağımdaydım niye konuşmadın benimle diye uyanınca o kadar çok ağladım ki.

Ayyy oğlum ay ayyyyy. Sen nasıl yoksun, nasıl olmazsın. Nasılllll. İşte 2013 yılının Eylül’ü ayında kreşten alıyor annen seni artık sizin yeni evinizde bakıyoruz annemle sana, bir yandan da kreş arıyoruz ama acele yok. Sabah annemle yürüyüşe gidiyoruz, annem erken bitiriyor çünkü sana gelecek sonra ben işlerimi bitiriyorum ve sizdeyim. Ben yemeklerimi ayrı yaptığımdan yemeklerimi de getiriyorum size, anneanne mutfakta sana yemek hazırlıyor, her şeyini küçük tabaklara koyuyoruz her gün yoğurt bayağı seviyorsun, annem ya da annen mayalıyor günlük Atatürk Orman Çiftliği sütünden.

Eviniz deki merdiven var yüzünden tetikteyiz ya sende pek seviyorsun merdiveni aman düşersin diye ödümüz patlıyor, sen oturarak çıkıyor, iniyor ya da elinden biz tutuyoruz. F.teyzenin “böyle yapmamalı, çocuğun özgüveni olmayacak, bırak tek başına yürüsün bir şey olmaz, çocuk korkudan tek başına bir şey yapmayacak “ diye söylendiği üç dört yaşına gelene kadar evin içinde dahi annen elini bırakmazdı hep eli elinde yürürdün; koridorda, odalara girer çıkarken.

Ki sen tek başına hiçç bir şey yapmayı sevmedin hep iki kişi. Bir üçüncü kişi gelse istemezdin. Bu kim olursa olsun geçerliydi, benimle dalmışsan oyuna annen işten gelse yüzüne bile bakmazdın annen “ben geldim tatlım der, insan bir gelir sarılır”. Annen sana seslenirken “tatlım” ı çok kullanırdı. Sen yüzüne bakar ya oyuna devam eder ya da koşar görev icabı gibi üstün körü sarılır sonra yine oyuna dönerdin. Aynı şey benim için de geçerliydi, Cumartesi size gelsem ve sen annenle oyuna dalmışsan ya da kurabiye yapıyorsan beni, anneanneni istemezdin. Mutfak önlüğü takmış halinle …. bazen başına anneannenin başörtüsünü bağlardık öyle komik olurdun ki, öyle bir resmin olmalı annende. Baban cumartesi de çalıştığından annen arada kahveye ya da yemeğe davet ederdi bizi , oyun oynardık seninle.

Annen gelir gelmez sana sarıldıktan sonra mutfağa yönelir annem ya da ben misal eti, soğanı kavur, salçayı koy, patates, tavuk haşla yada kıymayı buzluktan çıkarma benzeri verdiği talimatların yapıldığını görür getirdiği bu genellikle bankanın pastanesinden aldığı ekler, kurabiye, mantı, gözleme, börekleri tezgaha koyar “bekleyin ben bir banyo yapayım öyle çıkın” derdi.

Bizimde söyleyeceğimiz olurdu “Can bugün çok iyi yedi, tok” akşam meyve yeter”, “boğazı için hazırladığım iksir şurada” , “ilacını verdim”,….

Düşünüyorum, kapı çalsın, aşağıda sesini duyayım, açayım ki sensin. Ben “Can girdin mi “ desem “sen “evet” diye bağırsan girişten ayak seslerini duysam yine , senin hızlı soluk alıp verişini, kapıya gelişini.. Hiç şaşırmam hiiççç. Nasıl boynuna sarılırım nasılllll ağlayarak. Apartmanın kapısını her açtığımda seninle o kapıdan girişimiz sonra senin “önce ben” diye hızla çıkışın, anneanne “sen dur zaten yavaş çıkıyorsun” deyişin.

“Önce ben” sana yetişmek için merdivenleri hızla çıkardım ki yine yarış yapardın elini uzatır set çekerdin önüme kapıya önce varmak ve yarışı kazanmak için , kapalı kapının önünde dururdun “ben kazandım.” Kapıyı açmamı bekler ayakkabılarını önceleri ben çıkarırdım, kreşe gidince “giyebiliyorum, yapabilirim” der yine de yardım ederdim. Ama 6 yedi yaşında, okula başladıktan sonra “haydi Can gidelim ” der demez yere oturur ayakkabılarını kendin giyer eğer bağlık varsa bana bağlatırdın.

Kapıdan girdiğinde parkenin üzerine oturur çıkarırdın ayakkabını ki alışkanlık illaki ben de eğilirdim çıkarmak için. Sonra benim ayakkabını bağlamamı beğenmez olmuştun, mızmızlanır ağlardın “sıkı yaptın,”, “acıttın”, “bilmiyorsun” .En son günümüzde 17 Haziran 2016 Cuma günü de de öyle olmuştu ayakkabını bağlamam izin vermeden öyle inmiştin annen kapıyı çalınca.

Bir keresinde hayatım boyunca hep sağı, solu karıştıran ben yine ayakkabılarını ters giydirmiştim ve sana “hay Allah bak sağı solu hala karıştırıyorum Can’o” dediğimden, sense bunu hafızana kaydedip unutmadığından beni uyarır olmuştun “doğru giydirdin değil mi” bazen de ki o an yanlış giydirmiş ya da hangisi sağ hangisi sol onu bulmaya çalışırken ben hızla çeker alırdın ayakkabılarını “sen bilmiyorsun, ben giyerim”

Can bebeğim ben hiç yetişemedim; hiçbir şeye yetişemedim. Ne zaman elimi uzatsam bitmiş; ne zaman dokunmaya çalışsam gitmiş oldu her şey benim hayatımda. Sen korkmasın, travma geçirmeyesin diye, beni o halde görmeni hiç istemediğimden banyoya girdiğimde kapıyı kapatırdım .Niyeyse sen hayatından oldurulana kadar ben banyo yaptığımda banyo kapısında durur benim banyomu bitirme mi beklerdin, arada kapıya vurur, bağırırdın “biti mi “. Anneannenin “oğlum gel oynayalım, teyzen çıkar biraz sonra “ demelerine aldırmaz kapıda elinde bir oyuncak beklerdin öylece.

Çıkınca banyodan vücudumdaki yaraları, tek göğüslü bir bayanı görüp te mahvolma diye alelacele giyinirdim. İşte göğsümdeki, karnımdaki derin ameliyat izleri nasıl her yatığımda, kalktığımda, giyindiğimde hep hatırlattıysa bana olmayan göğsü, bağırsakları her kapı çalınışı, her bilgisayar başına geçişim seni bana getirdi, beni de seninle götürdü gömdü o mezara. Ben de gömüldüm o mezara yavrum bir tek ben biliyorum orada gömülü olduğumu.

05.11.2013 bizim küçük odamız çizgi film izlerken

Seni kaybettikten sonra anladım ne kadar çok yalan söylenmiş bu hayatta, ne kadar çok yalanla büyütülmüşüz .Zaman söylediği gibi ilaç, derman olamadı , olmayacakta biliyorum sol tarafımda hiç geçemeyen bir sızı bırakmış sensizliğin acısına. Tersine her gün daha çok artıyor, derinleşiyor sensizliğin acısı daha çok kanatıyor kalbimdeki senin yaranı…

Sensiz yaşamak, sensiz gün, ay , yıl, yılbaşı geçirmek ; küçük olduğundan düşün yavrum sadece 7 yıl yaşadın, ömrünü kısa yaptıklarından sana doymadığımdan, doyamadığımızdan daha çok bitiriyor beni. Sen yaşarken yavrum, ben mi görmedim…görmek mi istemedim…etrafımdaki o sesiz matemlerin tınılarını, o kaybedişlerin yalnızlığını bu şehirde.

DİĞER YAZILAR