Tek Bir Çocuk Sesi,Tek Bir Yağmur Damlası Kanatıyor Beni…

cankocatas

Teyzem, annem benim…
Meğer sen benim en güzel masalımmışsın… hiç sahip olunmayan masallardanmışın. Gökyüzünde yıldızlar kayıp giderken fark edemediğim gibi, masalım kayıp giderken her zamanki gibi fark edemedim ben…masalım olmadan dönüyor ya bu dünya yavrum; her gün, 365 günün her günü kahroluyorum.

Sen yoksun bu dünyada yavrum ne garip tüm elbiselerin , eşyaların oyuncakların okul kıyafetin, ünite dergin, kalemlerin yerli yerinde sanki sen yaşıyormuşsun gibi. Her gün gördüğümüz “Benekli” hani sen “tanımıyor musun , ben tanıyorum, o’da beni tanıyor, tanıdıklara bir şey yapmaz, korkma gel” diye beni cesaretlendirdiğin sokak köpeği Benekli o da yaşıyor Canoo. “Sen yine de çok yaklaşma bak Berk’i ısırmış onun yüzünden o kadar iğne yemiş” uyarıma rağmen yaklaşmaktan korkmadığın ama diğer çocuklar gibi tüylerini okşamaya yanaşmadığın, çimenlere uzanmışken eğer diğer çocuklar onu okşuyorlarsa uzaktan seyredip yalnızca bir keresinde hafifçe elini tüylerine değdirdiğin ki o zamanda diğer çocuklara bakıp ta cesaret aldığın Benekli yaşıyor be yavrum! her gün gördüğüm Benekli meskeni Teoman Erel parkının ve sizin evin kapısındayken Nasıl ölmem ben!

Seni kaybettim ben, nasıl inanılmaz geliyor bana bu yazdığım şey, yazarken bile inanmıyorum, yaşıyorsun sayıyorum seni. Sonra “yok” diyorum “yok işte” kaç aydır duymadın sesini, kaç aydır görmedin yüzünü, okşamadın saclarını, tutmadın elini, simit aldın mı hiç Can’a. Hiç Lozan da birlikte dört yapraklı yonca aradın mı?

Ne demiştin “biliyor musun Güşen, öğretmenim dört yapraklı yonca bulmuş dün”, “aaa bulana uğur getirir Can” bahar yeni gelmişti, 2016 baharı gelmez olaydı, yaşanmasaydı ya 2016, atlansaydı … Mayıstı muhtemelen, zira yoncalar… büyümüştü. Kim göstermişti sana bilmiyorum ya da o an ben gösterdim yoncayı tanır gibiydin “haydi biz de bulalım” dedin, tam spor aletlerin orada Lozan Parktaydık. Eğildik çimenlerin arasındaki yoncalara bakmaya başladık. İnan 3 saniye geçti geçmedi bağırdın “bak buldum!” saydık 1,2,3..hani dört? Epey aradık bir tane bile bulamadık “üzülme dedim yarın da ararız, buluruz bir gün”. Bir daha hiç aramadık seninle dört yapraklı yoncayı. Seni kaybettikten sonra bir kış, bir bahar geçti, bir yaz, bir sonbahar yoncalar çıktı baharda, sarardı sonra tekrar çıktı sonbaharda. Belki Aynı yoncaydı hem doğan, hem ölen sonra tekrar aynı yerde biten.

01. 01. 2014

Ne garip değil mi teyzem, ne garip, doğa yenilenebiliyor, ölüyor doğuyor bitkiler; yapraklar, çiçekler. Âmâ insan benim güzel oğlum, gitti mi gidiyor işte. Ölüm böyle bir şeymiş, dönülmeyen bir yolmuş. Bilseydin sen ölümün ne olduğunu, ne çok korkardın yavrum, tahmin ediyorum da senin o korkuyu hissettiğin anı, o anda ki paniğini….Hatırlıyor musun bir şarkı çalmıştı Kral TV de , şu an bende hatırlamıyorum o şarkıyı çok düşündüm hatırlayamadım ama sen içinde ölüm lafı geçen bir şarkıydı çok korkmuştun halbuki şarkı başlar başlamaz sevmiş hatta ben söylerken benim söylediklerimi tekrar ederek söylemiştin sonra ne oldu bilmiyorum birden kucağıma gelmiş “değiştir, kapat, korktum”. Niye ama bir şey yok ki oğlum şarkı bu yalnızca bir şarkı. Üç ya da dört yaşındaydın bu olaya olduğunda.

Aynı şarkı çalmış TV’de, annen yanındaymış “ sevmiyorum bu şarkıyı değiştir “ Annen de bana “ o şarkıdan çok korkuyor anlamadım, ölüm lafı geçiyor içinde, bana sordu “ölüm ne “ diye ….” O kadar çok düşündüm ki seni kaybedince o şarkıyı bir türlü hatırlamıyorum… bir gün eminim hatırlayacağım ya da bir yerlerde duyacağım…ve yazacağım yavrum.

İşte ordan biliyorum ben paniğini…kalbim nasıl durmuyor benim, anlayamıyorum…nasıl durmuyor ya…sen yoksun ben yaşıyorum “sana bir şey olursa yaşayamam “ diyen ben. Zaten ölümün bana o kadar çok şey öğretti ki meğer ne çok yalanla yaşıyormuşuz …yalanmış ölenle ölmek mesela…yalanmış mesela acının zaman geçince azaldığı katlanarak büyüyor oysa acının. Dünya yalan değilmiş mesela yalan olan insanmış…Ve mesela çocuğunu hayatından edeni sever, kollayabilirmiş bir anne.

çok sevdiğin kuzenin Duru ve ömrünün pek çok gününü geçirdiğin anneannenin evinin araba parkı

Bak! klavyede bu satırları yazan ellerim titriyor bak! senin o korkuyu nasıl hissettiğini bilen kalbim hızla çarpıyor şu an ama durmuyor… dursa ya… böyle senin acınla yaşamak, yaşamak değil ki oğlum… asla o yola, dönüşü olmayan yola, sonu belli olmayan bir yolda yürümeyi sevmediğini ya da yanında biri olmadan o yola girmeyeceğini bildiğimden dönüşü olmayan ölüm getirecek o yola düşmezdin biliyordum…tek başına kalmaktan, oynamaktan hoşlanmayan yanında her zaman birini isteyen sen, “keşif”i bile tanıdığın mekanlarda yapmak isteyen sen…ölümün ne olduğunu, nasıl olabileceğini bilseydin…babanın kaza yaptığını bilen biri olarak binmezdin o arabaya eğer sen gidilecek yerin çok uzaklarda olduğunu tahmin edecek durumda olsaydın ama sen çocuktun yavrum, seni koruması gereken sen değildin ki..

Biliyor musun seni kaybetmek, o kaybediş…hiç başınıza gelmeyecek sandığınız, sandığım beklenmedik o kaybediş öğretti bana da; benim, bizim diye sahiplenilen hiçbir şeyin sahibi biz değilmişiz. O yüzden benim oğlum; o yüzden karanlıktan çok karanlıkta görünmeyenlerden korktum ben; gözyaşları süzülürken çatlak duvarlardan. O çatlak duvarlarda yavrum gördüm ben ,evladını kaybeden ne çok insanın yaşamaya çabaladığını… ne kadar çok insanında hep yapılageldiği üzere gerçeğini yadsıyarak yaşadığını…

Senden sonra bu yaz her sabah açık pencereden içeri giren sabahın o serin esintisi yüzümü yalıyor, uyanıyorum erkenden, yatmıyorum ki uyanayım, yarı uykulu yarı uyanık yatıyorum her gece…bir yıldır pasiflora kullanıyorum haftada bir şişe, yine de kar etmiyor, uyuyamıyordum tersine beni çok rahatsız ediyordu. Bıraktım ben yavrum kanser olunca doktorun verdiği cipralex’i bile ancak dört aya kullanmıştım ki onkologum Aytuğ bey ki o kadar paragözdü ki hastalarına o zamanlarda muayenehanesinde kemoterapi vermek serbesti boşu boşuna kemoterapi bile vermiştir “yapma çünkü bu kansere yakalanma olayı sonradan daha çok etkiler insanı” ama ben hiç istemedim beynimin uyuşmasını neyse bu hayatta payıma düşen onu yaşamak istiyorum, kanıksayarak nereye kadar yavrum nereye kadar, seni var sayarak nereye kadar yavrum.

Bırakınca da anladım ki bana hiç faydası olmamış. Hem uyuşsun istemiyorum beynim, seni, yaşadıklarımızı niye hatırlamayayım? Niye uyuşmuş bir beyinle anayım seni. Yokluğun, seni kaybedişim niye normal gelsin bana? Olmayabilecek yüz de yüz engellenebilecek bir ihmal, bir insan hatası bir çocuğun masum hayatını yok edecek ve ben bunu bile bile uyuşmasını dileyeceğim öyle mi? Hayır aynı şey onlarca Can’nın başına gelmesin diye çırpınmak varken unutmak…savaş ta böyle değil mi yavrum “iyi ki şehit oldu vatan için “ denileceğine niye savaşıyoruz dense, benim çocuğum niye savaşta öldü” dense, savaşa karşı çıkılsa belki onlarca insan savaşta kaybedilmeyecek. Hem sen benim hayatımın gerçeğisin seni unutmak, 7 yılı hafızamdan silmek ne kazandıracak bana…ben neyi anladım biliyor musun? Acıdan kaçmak için uyuştursun istiyor insanlar etraflarındaki acı çekenler .Çünkü onların acısıyla yaşamak, o acıyı görmek istemiyorlar, bunu da acı çekeni düşündükleri için değil kendileri için istiyorlar çünkü hayatları güzel güzel giderken o acılı insanla yaşamak istemiyorlar.

22.09.2013

Acıyı çeken, hayatı bitmiş kişi değil yanındakiler o acılı yüzü gördüklerinde rahatsız oluyorlar. Onun içinde hemen “anti depresan al, tek başına üstesinden gelemiyorsun, çözemezsin” lafları dolanıyor ortalıkta. Anti depresan yoldaşın olsun deniyor o zaman işte anormal normal olacak, sorgulanmayacak hiç bir şey.

Ahhhh Cano ahhhhh. Canooooo, Cano… hangi antidepresan yok eder senin trajedini, hangi anti depresan sensiz dolaştığım sokağı bana daha güzel gösterir, hangi anti depresan bahçe demirlerinin yanındaki minicik betonda elimi tutarak seven seni hatırlamamı engelleyebilir ki o demirler hep karşımdayken.

Senin yokluğunun acısını yaşamayacağımda hangi acıyı yaşayacağım ben. Sen yoksun sen… sen yoksun ya sen. Ben nasıl acı duymadan, nasıl kahrolmadan yaşarım güzel oğlum.? Nasıl acımaz kalbim, nasıl yıkılmaz hayatım ? Nasıl sen varmışsın sanki hiç bir şey olmamış değişmemiş gibi yaşayabilirim? Nasılll

Her gün yarı uykulu, yarı uyanık ezanla uyanıyorum, şimdilerde 4.30 da okunuyor ezan. Uyanıyorum ve ilk aklıma gelen yine sensin, hep aynı şeyi söylüyorum uyandığımda ” bugün de Can’sız bir gün başlıyor yine” her tarafım acıyor, saç diplerim acıyor, bacaklarım, kollarım acıyor. Bildiğin her yerim ağrıyor senin bana “bu akşam karnım çok ağrıdı” ya da “akşam hastaneye gittik, boğazım ağrıyordu dediğin gibi değil Can’o o kadar çok ağrıyor ki iki büklüm yaşıyorum hayatı. Sensiz günler acıtıyor. Sensiz her gün acıtıyor…yıkıyor beni. Böyle yaşamaktansa…böyle acılar içinde…

Seni unutmamı engellemesin diye uyuşmasın beynim de sen hep canlı kal yüreğimde diye almadığım antidepresanlar duruyor senin de eşyalarını koyduğun yatağımın, yatağımızın başucundaki kahverengi sehpada. O güzel yüzün, duru tenin, ellerin, yatağımda…birlikte uyuduğum elbiselerindeki kokun…lacivert eşofmanına sarılıyorum, beyaz külotuna, küçük gri çoraplarını kokluyorum…sesini duyuyorum… acıdan ölüyorum sanıyorum….ölmüyorum işte… hayat dursun.. her şey donsun istiyorum… donmuyor…

Sonra bugünlerde her sabah aynı şeyi “günler kısaldı”yı söyleyen anneannenle saat 4.50’de ıssız Kahire caddesine çıkıyoruz, Lozan Park’a yürümeye gidiyoruz. Benim elimde senin her zaman pek bir ilgini çeken “aman ha dikkat et gözüne değer” ikazıma neden bazen eline alıp oynadığın sopa; ”bu sopa hırsızları kovmak için mi? Hırsızları mı kovacaksın, tak diye mi vuracaksın kafasına” Niyeyse hep bir hırsız muhabbetti kendini bildiğinden beri, hırsızdan korkar mıydın korkardın ama sanki bir oyun gibi algılardın bu hırsız olayını “ evet hırsızın kafasına tak diye vururum; ama asıl köpekler için köpekleri kovmak için kullanıyorum” derdim. O sopa hep girişteki bazen iki elini koyarak dilini dışarı çıkarıp kendini seyrettiğin bazen de ellerini yapıştırıp salladığın benim, anneannenin “Can kıracaksın bak sallanıyor“ diye kızdığımız duvarı boydan boya kaplayan aynanın yanında dururdu. Bazen eline alır bana doğru uzatırdın “ velet seni, gözüme sokacaksın “la elimden aldığın o sopayla yürüyorum, elin elimde..

O sopayı kaybettim ben geçenlerde, parkta çimenlerin üzerine bırakıyordum yürürken; turu tamamladım baktım yok, senden kalan bir şey ya, senin elini değdiğini bulamayınca ağladım, gören, soran olmadı “delirmiş “derlerdi sopa için ağladığımı söyleseydim ki söylerdim. Bir iki gün sonra hani seninle hep Lozan’da karşılaştığımız, bahçesinden getirdiği organik pazıyı birlikte almak için evine gittiğimiz Fatoş’un abisi …..Haziran 2016’ydı pazıları almak için giderken yolda bana “biliyor musun ben sünnet olacağım demiştin. Annem söyledi “, “ bende sınıfta her kes olmuş mu “ dedim “evet ama “ şu anda ismini belki de yanlış yazacağım “Onur “ olmamış mı demiştin. “Korkuyor musun” “yo bir şey olmaz…”

Kısacık ömründe en çok kullandığın cümleydi” bir şey olmaz” ; çünkü anne ve baban ve anneannen ve de etrafındaki pek çok insan kullanırdı “bir şey olmaz” lafını. Dünyada belki de bu söz öbeğini en çok kullanan ülkenin insanları bizlerdik ya da ne bileyim tüm Ortadoğu. Bu öylesine söylenen bu söz öbeciği hayat felsefesini içinde barındırırdı aslında. Zehirli gıda yenir, elin kanar, başın ağrır , emniyet kemeri takılmaz “ayy bir şey olmaz canım ay ne olacak, hem kaderde ne varsa o olur”. Kaderciliğin insanın hiç bir şeyi değiştiremeyeceğin resmi ilanıydı sana da öğretilmiş o “bir şey olmaz Güşen “ sözü

Sen bana kızardın ben karşı çıkınca “ annem de bir şey olmaz Can diyor, bir şey olmaz”. Bak güzel yavrum herkes diyordu ya bir şey olmaz diyordun ya ne oldu yavrum. Oldu. Ve ne yazık sen o çok kullandığın sözün aslında ne kadar tehlikeli olduğunu öğrenemeden ayrıldın hayatımdan. Bir şey olur yavrum…hayatta hep bir şey olur. Olurmuş değil mi Can’o…olurmuş…oldu bak !

Bir keresinde arabayla bizi annenin işyerine götürüyordu baban, Cem demiştim sen arka koltukta benim yanımda oturuyordun tam ortada ayağa kalkmış, iki elinle öndeki iki koltuğun kenarlarına tutuyordun….ben o zaman “otur oğlum çok tehlikeli” diyorum sen beni dinlemiyorsun baktım baban da bir şey demiyor ses yok, Cem’in yanında beni dinlemezdin biliyorum “Can’a bir şey söyle otursun,” baban “bir şey olmaz” demişti. “Öyle deme Cem “ amcamın oğlu İbrahim frene bastığında 4 yaşındaki çocuğu Hasan, ön cama çarptı ölümden döndü. Hacettepe’de zor kurtardılar.” demiştim bende.

Ne yazık ki bu “bir şey olmaz”la devam ettikleri hayatı yaşayanların cirit attığı; insana dair olmayan iyi özellikler, huylar varmış gibi gösterecek kadar boş bir özgüvenle dolu olduğu bir ülkede doğmuştun yavrum. Ben hep iddia etmişimdir insanın kaderi doğduğu ülkedir. Öyle de oldu, emniyet kemeri takılmadan ABD’de, Avrupada, Japonya da araba yerinden kıpırdayamaz hele de arabada bir çocuk varsa. Ama burada, Türkiye de günde 10 kişi ölüyormuş trafik kazasında, bu ülkede kemer takmayıp, hız yaparak “bir şey olmaz“ diye diye onlarca hayatı hiç yere sonlandırıyorlar. Hiç bir gün sana emniyet kemeri takmadık biz, hatırlamıyorum ben ki benimle çok az bindin arabanıza toplasan 6, 7 kere bile birlikte binmişizdir. 3 -3.5 yaşına kadar arabanızda arkada bir çocuk koltuğu vardı, sabit. O koltuğa oturtur oturtmaz seni ilk iş kemerini takar eline de bir oyuncak ya da başka bir şey verirdim. Sonra o koltuk kaldırıldıktan sonra hiç kemer takılmadı sana.

İnan herkesin kendini mükemmel saydığından, eksikliklerini görmediği bir başka diyar var mıdır bilmiyorum. Her kesimde; sağcısı solcusu neredeyse herkeste var olan aslında cahilliğin dibini yaşadığımızı gösteren bir “her şeyi bilirim, en doğrusu benim yaptıklarım” havasındaki güven değil mi senin gibi onlarca hayatın katili?

Cem’de sanki bana ralli şoförüydü tabii ki kulağının arkasına attı benim ikazı mı ama o gün annenin işyerine gidene kadar o kadar çok tehlike atlattı ki az daha o gün ölecektik biz. Sende yavrum oturmadın tabii ki, ayakta “Baba haydi şu öndeki arabayı geç baba”, “şu arabayı geçersin değil mi baba”, “hızlı, daha hızlı” diye heyecanla bağırıyordun. Ben mi elimle seni sarmış tutuyordum ki bana “bırak” diye kızmıştın, o zaman tek elimle karnına set çekmiştim ani bir frenle fırlama diye. Anladım ki siz arabada böyle gidip geliyordunuz, o da “tamam oğlum, bak geçiyorum” diyordu sana. Eskiden kullandığım bir cep telefonu vardı, gri metalik galiba annenin kullandığı bir telefondu, zaten ben hiç telefon almazdın aile üyeleri değiştirince bana postalarlardı eski model cep telefonlarını, hala kullandığım telefon ki senin elin değdiğinden hiç değiştirmeyeceğim telefonumda kuzenin kullandığı eski telefondur işte çok sonraları aklıma geldi o telefonda senin resimlerini çekmiş olabilecğim, telefoncuya koştum evett doğru hatırlıyorum epey bir resmini çekmişim.

2012 yılı 1 Mayıs’ın da annen, baban, ben birlikte gittiğimiz kutladığın ilk ve son 1 Mayıs işçi bayramına ait resimler. O gün annen aramıştı “mitinge gideceğiz gelir misin” doğrusu babanın öyle pek bir mitinglere gidebilecek tavırda olacağına inanmayan ben şaşırmıştım. Seninle birlikte olacağım hiç bir anı kaçırmak istemezdim. Çünkü çok çabuk özlüyordum seni ve çok ağır bir ameliyattan çıkmıştım zaten 2012 Şubatında, bağırsaklarım yarısı alınmıştı ve ben sana çok daha düşkün olmuştum tıpkı yıllar önce İ.’ye olduğu gibi. Benim seninle çekilmiş o mitinge ait resimlerin annende keşke o zaman hemen alsaymışım o resimleri.

03.07.2012

Babanın birkaç arkadaşıyla da karşılaşmıştık. Sıhhiye’de miting meydanında senin çalan müziklere eşlik edişin, annede seni videoya çekmişti. Neyse işte o gün Sıhhıye de ki çok katlı bir otoparka güç bela park etmişti baban arabanızı, o kadar beceriksizdi araba kullanmakta, o kadar ki anlatamam. Telefondaki resimlere bakarken o zamanki 06 BE 3126 plakalı arabanızla babanın çarptığı taksiye ait resimlerde çıktı. O resimleri görünce … geliyorum demiş kaza, geliyorum ama …ne fayda kim dinlerdi beni yavrum kimmmm…kim

01.05.2012 mitingde

Annen bunu nasıl yaptı, o gün nasıl güvendi babanın şoförlüğüne anlamış değilim. Kaç kere bana “ … hafta ya da ayın … de İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum, aslında arabayla gitsek çok iyi olur ama…ama demişti asla arabayla gitmem, öldürür bizi şehirlerarası yolda araba kullanmaz o.” Bir keresinde yine “İzmir’e gideceğiz ama Cem’le olmaz araba kullanmaz ki o“ demişti ve ben de annene “sakın “ demiştim “sakın Cem’in kullandığı arabayla gideyim demeyin sakın”, “saçmalama Gülsen hiç tehlikeye atar mıyım ben Can’ı, asla onun kullandığı bir arabayla gitmem şehirlerarası yola “ diyen annen nasıl yaptı bun nasıllll.

Niye göz döndü o kadar da araba kiraladı babanın şoförlüğüne güvenip? Gerçekten de hiç bir zaman babanın kullandığı arabanızla şehirlerarası yola gitmedi, hep uçak ya da otobüsle seyahat etti. Ta ki 2016 yılı Temmuzun da… senin hayatından edecek o arabayı kiralayana kadar .

26.10.2012 13;54 Beypazarı’na giderken

Anneannene “Can’ı alıp Hacı Bektaş’a gitmek istiyorum ama Cem’e güvenemiyorum ki , o yüzden otobüsle gidelim ” diyen annen nasıl o arabayı kiraladı akıl alır gibi değil ? Nitekim 28.04.2012 tarihinde aşağıdaki video da görüleceği üzere Hacı Bektaş’a Erhan götürdü sizi. Adağı vardı annenin, senin için kurban kesildi, alnına sürüldü o kan. 26.10.2012 tarihinde Erhan’nın arabasıyla gittiniz Beypazarı’na. Bir keresinde G. teyzenleri eve bırakmıştı da baban ölmüş, ölmüş dirilmişlerdi, yahu yolları bilmiyor ki, Oran’a giderken Kızılay’dan çıkar o kadar yani, dikkatsiz demiştiler.

Hacı Bektaş’a giderken

Tüm bunları düşününce kala kalıyorum yavrum. Nasıl olur nasıl sorusu parçalıyor beynimi. Sonra bu ülkenin insanlarını içten içe çürüten bir özelliğin, genetik saplantı da denile bilinir yavrum, yalnızca ölüme kapıyı açtırmadığını, yaşayanların hayatlarını da mahvedebildiğini görüyorum….onu da yazacağım oğlum ve o zaman anlayacaksın güzel oğlum bir hayat nasıl ölüme sürükleniyor…göz göre göre..

Evet hayat varsa ölümde var ama yavrum sıralı olmasına izin vermeyen insanların kader belirleme istekleri, kararları. İyi, kötü bir ömür sürer yaşlanır ölürsün olması gereken budur. Hayat ta böyle bir ölümü kapsar…ama hele de çocukların, gençlerin ölümün de hep bir başkasının etkisi, yazgıyı belirleme tavrı vardır. Savaş oğlum mesela savaşın kararını veren bilir ki illaki sonunda ölüm olacaktır. İş kazaları da trafik kazaları da öyledir, medeniyet artıkça azalır bu tür ölümler. Savaşmaz ABD’li, Avrupalı, kıymazlar vatandaşlarına. Savaştırırlar diğer ülkeleri seyredeler ölümleri.

Güzel oğlum; doğduğun ülkenin topraklarında yaşayanlar; kökeni, dini, mezhebi hiç fark etmiyor hiççç o kadar kin ve nefretle dolu, duydukları nefretle öyle bir çevrelenmiştir ki ruhlarını ve o nedeni bile olmayan ya da anlamsız bir nedenin sonucu olan nefretlerini körüklemek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.

İnan hiç gerçekliği olmayan olayları olmuş sandırırlar zihinlere…zihne. Öyle bir yanıltır ki zihin; bizzat kişinin kendisi yaşanan olaylara öylesine farklı bir anlam yükler ki; hiç olmayan “mum söndürme” nasıl alevileri kötüleyerek onlara bir nefret beslenmesine neden olmuş ve kişiler hiç görmedikleri “mum söndürmeye” inanarak alevi vatandaşları karalamışlarsa yıllarca ki bu mesnetsiz iddialarla Kürtler, Ermeniler, Araplar farklı olanlar nasıl düşman hale getirilmişse işte onun gibi her evde, ailelerde, işyerlerinde de yaşanan olaylara yüklenilen var olmamış fiil az mahvetmemiştir hayatları. Ve insanlar için öylesine bir kara ya da aktır ki olaylar, hoşlanmadığı kişiler, karşısındakiler…o yarattıkları nefret yüzündendir işte gri diye bir rengin olmaması…eğer gri olursa nefret o kadar kolay yaratılamaz…o ak ve karanın verdirdiği kararlar hayatların sonudur, hayata da onulamaz bir şey yaptıran. Öyle bir kendilerini motive ederler ki; aile abla, kardeş dinlemezler; düşman oldu mu, ona ters gelen bir davranış rahatsız etti mi insanı; kendine zararı olacağını göremeden yakarlar ortalığı.. Keskin sirke küpüne zarar vermiş ne umur…

Yaşasaydın seni de üzecek, ağlatacak, hayata küstürtecek kişilerle karşılaşacak ve benim şu an yazdıklarımı anlayacaktın…etrafındaki onlarca kişinin kendini doldurmada, kendini kışkırtmada, nefretini beslemede ne denli maharetli olduğunu da görecektin. H iç analiz için masaya yatırılmadığından anlayamadığımız bir zeminde düşünen insanların yanında hep almak isteyen bireylerden oluşan kan bağını abarttığımız bazen hayatınızda düşmanınızın bile sebep olamayacağı yaraları açan “aile” kavramını da sorgulayacaktın belki de.

Bu ne yazık ki neredeyse pek çok insanın hayatını çöpe çevirmiş kan bağını abartma sendromunu belki sen fark edecek ona göre tavır alacaktın hayatta. Bir de eminim h içbir şeye emek vermediği halde suçu herkese ve her şeye atan öğretiyle yetiştirilmenin ceremesini sen de çekecektik, herkes gibi.

07.07.2013

Benim anneannem’de öyle nefretini besleyen ve suçu hep başkalarında gören biriydi, bir kere onun kara listesine girmeye gör; asla o listeden çıkmazdın, çocuk, büyük dinlemezdi, affı yoktu…Köye gittiğimizde dayımın çocuklarına sırf erkek çocuğunun çocuğu diye öyle çok iltimas geçerdi ki…Bir gün çocuk aklımla köylerde o zaman sandalye yerine oturulan tahta bir kürsüye “adaletsiz anneanne yazdım” yazmaz olaydım ölene kadar “sen öyle bir kızdın ki nene için adaletsiz anneanne yazdın, dedene koz verdin. Deden bir şey oldu mu hep “torunun bile senin için bu kürsüye adaletsiz diye yazdı diyor” derdi. Sana da bir gün anlatacaktım eğer yaşasaydın bu olayı da…Yani torunum daha çocuk yazmışsa ne olmuş diye bir hafifletici neden ya da niye yazdı bunu demek ki bir şey var sorgulamasını elinin tersiyle iterdi o da herkes gibi.

Bir gün Anneannen de bana dedi ki “Allah kimseyi benim çocuklarımın düşmanı etmesin, kardeş, baba anne dinlemezler yıkar geçerler”; kalıtımla geçen bir anda dünyayı ters yüz edecek kadar aklı yitirmenin sonucudur seni kaybettiğimiz kaza. Ancak şehir içinde araba kullanabilecek babana araba tutturan; babanın da “yahu ben ne bilirim bu yolları, otobüsle gidelim ya da araba tutalım” diyemediği, arabaya binildiğinde sana emniyet kemeri takılmasını önemsemeyen zihniyettir seni hayatından eden….bu zihniyet yüzünden değil midir onlarca Can’nın hayatından olması, her gün…

Kim bilir seni kaybetmeye değmeyecek hangi neden ya da hangi öfke, hangi sevdayla kiralandı o araba. Olumsuz her davranışa, yanlışa, başa gelen acıya, yaptıkları kötülüklere bahane bulmakta, üretmekte üstüne yoktur ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kim bilir neydi seni kaybetmemizin bahanesi..kim bilir..

Hep merak edeceğim, hep bilmek isteyeceğim babanın kazayı yaptığı o arabada o sabah, o anda neler oldu? Bunu sen, annen ve baban biliyor yavrum. Ama ben de tahmin ediyorum sen yine emniyet kemersizdin ve yine ortada ayaktaydın ve baban da hızlıydı…gerçeği bilen baban ve annen o gerçeği insanlarla asla paylaşmayacaklar…eminim..

Anneannene de demişsin “biliyor musun dönüşte sünnet olacağım”. İşte pazıları almaya Fatoş ablaya giderken yolda bana da Sünnet olacağını söylediğinde “Allahım sünnet olduğunda ben Can’nın yanında olamayacağım, Can hasta yatacak ben onu göremeyeceğim, ona bakamayacağım. Nasıl yapsam? Hastaneye giderim ben de. Beni okuma bayramına çağırmayanlar hayatta bırakmazlar ben Cano’yu göreyim belki kimseyi çağırmazlar bile , Cano’yu alırlar hoop doğru Güven hastanesine Halbuki Pipisinde bir eğrilik var onu da düzeltmemiz lazım demiş bir doktor öyle söylemişti Cem. Cano’nun zor olacaktır sünneti” diye düşündüm .O hiç olmayacağını o an bilemediğim sünnetin hakkında.  

Sokakta, cadde de yürürken asla elini bırakmazdım; korkardım ya araba çarparsa ya birden kaldırımdan caddeye fırlarsan diye o yüzden yine elin elimde Fatoş’un apartmanına girerken “ben asker olacağım “ diyordun “ yok yok futbolcu da olabilirim” konuşmanı sürdürüyordun merdivenleri çıkarken. Son günlerinde askerliğe merak sarmıştın ben “astronotta olabilirsin, mühendis” “belki sanatçı da olurum, resim yaparım” kapıyı açmıştı Fatoş abla ”oyy Can…!hoş geldin” sen her zamanki gibi çekingen bana sokulmuş susmuştun “ Can “ dedim Fatoş’a “ asker, futbolcu ya da sanatçı olacakmış, Can buraya çıkana kadar yüz kere karar değiştirdi” “Haydi bakalım Can maşallah maşallah”.

Her sabah seni anlattığımdan yürüyüştekilere zaten hepsi senin hayranın olmuştu “içeri gelin” “yok geç kaldık” pazının olduğu poşeti aldık işte o Fatoş ablanın abisi “ya sopanı biri aşağıya atmış aldım, sakladım” deyince sanki define bulmuşum gibi sevindim. Gözüm gibi bakıyorum o sopaya şimdi…

Bugün, hafta başı pazartesi saat 17’de yazmaya başladım; sabahtan beri doktordayım, vefatından bu yana ya ben ya annem hastayız, hastanelerdeyiz. Bir haftadır anneannen hasta. Hatırladın mı bir gün anneannen yine hastaydı, küçük odada uzanmış sen de bıcır bıcır dolanıyordun ortalıkta, bana “Can’a çorba yapmam lazım diyerek ayağa kalkmaya çalışıyordu” o halde.

 

29.10.2015 15;51 faaliyet yapıyoruz

Ki o gün annen de evdeydi. Anneannen yavrum sana hiç ama hiç kızmadı, Niye bilmem, hiç ama hiç kızmadı “senin yüzünden bu çocuk lafa dinlemiyor, her şeyine evet, hayat böyle değil ki anne” derdim anneanne. Ben sana kızdığımda da; ceza müessesesini kullanıp da çocukları hizaya sokacağız ya özür dilemesen konuşmayacağımı söylediğimde “yazıktır, yapma konuş “derdi hemen.

“Hep onun dediği olmaz ki anne, bazen yaptığının yanlış olduğunu da bilmesi lazım dediğimde de “ben Can’a kıyamıyorum” derdi, güya çocuk yetiştiriyoruz ya “ama her dediği de yapılmamalı bizim her dediğimiz, her isteğimiz oluyor mu canım “derdik. Ne kadar da yanlış bir bakış açısı olduğunu öğrendim seni kaybedince; ne olur yani çocuklar nihayetinde nasılsa bu hayat döve döve öğretmeyecek mi her istediklerinin olmayacağını. Bırakalım da bari çocukken her istekleri olsun, yani karşılayabileceğimiz isteklerinin tamamını yerine getirsek ne değişir, sanki dedikleri yapılmayanlar çok mükemmel, yaratıcı, değişimci olmuşlar gibi. Bizim kuşakta zaten yoksulluk her evdeydi, her sokaktaydı öyle aşırı istek ne gezer bakkalda kutularda açık satılan bisküvi, lokum en üst isteklerdi zaten karşılanamazdı. İstekleri yerine getirilmeyen bizim kuşak çağ mı atlattı Türkiye’ye?

Sen sanıyorum 4,5- beş yaşındaydın Minik İkizler kreşine gittiğinde bir gün bana “ kuralları hiç sevmem” demiştin. Senin bazen büyük adammışsın gibi konuşmalarına şaşardım ben. Düşünürdüm ”bu çocuk bu lafları nerden buluyor, böyle büyümüşte küçülmüş gibi konuşuyor” diye. ”Niye sevmiyorsun kuralları”, “işte“ demiştin “hep kural, hep kural” anlamıştım kreşin sonraları da okulun kuralları sıkıyordu seni ama ne yapabilirdim ki…

Bugün anneanneni doktora götürdüm, sonra kendim gittim daha muayyene başlamamıştı saat 13.10’du ben de Hacettepe’nin arka kısmında Altındağ da restore edilmiş eski Ankara evlerin olduğu sokağa girdim, sokağın başında karşıma çıkan dükkanda renk, renk sapanlar asılı… “Bir sapanımız olsaydı şu kestaneleri, şu kuşu vururdum”, “sen sapanı nerden biliyorsun zırto” demiştim saçlarını karıştırarak. Sana hiç sapan almadığımı anımsadım, yere konmuş sepette yanar döner küçük toplar, basit bir düzenek içinde bulaşık deterjanı ve ucu daire şeklinde plastik sopa üflüyorsun baloncuklar oluyor; köpük yapan alet o kadar çok severdin ki köpük baloncukları sopanın ucunu üfler peş peşe baloncuklar doldurdu her yanımızı, sen onları söndürmeye çalışırdın. Çok almıştım sana bu basit ama seni çok mutlu eden oyuncaktan bir keresinde Migros’ta tabancasını almıştım, hemencecik bozulmuştu; değiştirecektik öyle kaldı….

Hacı Baektaş’ta

Çarşamba günü M. dayınla yine mezarına gideceğiz sapan, top almayı düşündüm, sonra aklıma mezarına götürmek için sana aldığım evdeki oyuncaklar geldi. Ölüm yıldönümünde 2 Temmuzda mezarına gittiğimde, önceki gidişimde Kahire caddesinde hep önünden geçtiğimiz marketten rüzgâr gülü alırdık ya o marketten sarı kırmızı, bir de gökkuşağı renklerinden yapılmış rüzgar gülleri alıp mezarının üç yanına koymuştum. İşte o rüzgar güllerinden biri 2 Temmuzda mezarına gelir gelmez dönmeye başladı “sen geldiği mi bildin mi Can’o yavrum “ dedim “bildin mi” ağladım, ağladım…. Rüzgar gülünü severdin, evinizin balkonuna da ki demire de bir tane tutuşturmuştuk bir tarihlerde hem de ne zorluklarla, sen döndüğünü görünce nasıl mutlu olmuştun nasıll..

Eğildim sepetten yanar döner küçük topları elledim, bıraktım sonra başka bir dükkana girdim Ahmet Kaya ” acımasız oldu şimdi bu hayat…kum gibi…” durdum… tezgahtar kadın gülümsedi, deniz şarkısı.. yaz şarkısı. Eskiden sen yaşadığında Dikili’de kumsalda akşam güneş batarken, sarı kırmızı renkler dalgalarla oynaşırken söylediğimiz şarkı. Bu şarkıyı sana da söylemiştim. Sen, ben, anneannen, annen Dikiliye yazlığa gidiyoruz, uçaktayız, sonra Aliağa metrosuna biniyoruz R. dayın demişti ki “Aliağa’ya gelmeden bir durak önce Biçerova’sı durağında inin Dikili’ye direkt giden otobüsler oradan yolcu alıyor böylece kolay gidersiniz, her saatte bir otobüs Geçer “

16.11.2015 meşe palamudu toplama

Galiba ilk uçağa binişindi ama yok daha önce 2010 yılında binmiştin bebektin daha o zaman. Hostesi, uçağın içini, sana taktığımız kemeri her şeyi ince ince gözlemleyişin…her zaman dikkat kesilir süzerdin insanları, o kadar iyi bir gözlemciydin ki izlediğin belgesellerdeki hayvanları öyle bir taklit ederdin ki köpek olurdun sokak köpeği Romeo, iki elini yere bastırır iki ayağınla öyle bir çukur kazardın ki köpek bile senin kadar ustalıkla yapamazdı, hırlaman, bir aslan gibi kükremen, bir leoparın ceylanın peşinden fırlayışını keskin gözleriyle sinsice izleyip avına hamle yapışını öyle bir canlandırırdın ki…”haydi bilim adamcılığı oynayalım”

Nat Geo Wild’da belgesel seyrederdik seninle, NCW yılanları gördüğümüzde ben korkmayasın diye değiştirirdim sen elimden kumandayı kapar, tekrar NCW ‘a basardın. Fragmanları tekrarlardık bağırarak “Pazar 21.30 da Nat Geo Wild’da”. Belki de oradan esinlenmiştin arka fonda anlatıcıyı bilim adamı sanıyordun, en sevdiğin oyunlarımızdandı ki birlikte olduğumuz son gün dahi bunu oynamıştık “haydi bilim adamlığı oynayalım, kamerayı al. konuş”. Bazen bir belgesel seyrederken ya da youtube da bir şeye bakarken “bu vaşak”, “bu deniz aslanı” derdin o kadar iyi tanırdın hayvanları…o kadar ki hayallerinin, oyunlarının baş kahramanının hayvanlar odluğunu en iyi aşağıdaki video anlatıyor yavrum…

Son aylarında 2016’nın Mayıs, Haziran’nın da ne garip sevdiğin bütün oyunları oynadık, hayatının üstünden geçtik sanki, Haziran ayında raketleri bile sordun hani kırmızı lastiği hafifçe yırtılmış raketini ben hatırlayamadım nereye koyduğumu, “tatile git gel, ben bulurum raketleri o zaman oynarız”… Ölümünden aylar sonra anneannen dışardaki dolapta buldu, o akşam raketine sarılıp ağladım saatlerce ama saatlerce “niye o gün sen oynamak istedin de ben bulamadın, keşke arasaydım keşke balkondaki dolaplara baksaydım” kırmızı raketinin ucu hala açık yavrum, bıraktığın gibi iki küçük sarı top…

“Haydi bilim adamcılığı oynayalım”; ben iki elimin baş ve işaret parmaklarını birleştirerek oluşturduğum yuvarlağı kamera gibi kullanır anlatmaya başlardım “sayın seyirciler bu bir ana aslan, bakın bakın şu leopara bakın; dikkat, bakın sakince bekliyor, böyle sakin durduğuna bakmayın, çevresini yokluyor evettt karşıda masum bir ceylan, gördü, bir ok gibi fırlıyor” tabii sen benim anlattıklarıma eş pozisyonlara girerdin, yataktan aşağıya atlardın, bir leopar gibi hole doğru fırlar salona koşardın hayali Ceylan’nın ardından.

 

Dikili’ye gidiyoruz, Aliağa metrosundayız öyle bir esiyor ki havalandırma acayip, buz gibi ortalık; sen trende kah oraya kah buraya zapt etmek mümkün değil ardında yine ben sana mukayyet olmaya çalışan, ortadaki direğe tutuyorsun, o koltuktan bu koltuğa.. metro da boş neredeyse yalnızca bizim için kalkmış bir metro zira sonbahar da sanırım Eylül’dü, okullar açılmıştı gidiyoruz biz… iniyoruz Biçerova’sı durağında, bir saate yakın otobüs bekliyoruz artık neredeyse taksi falan bulsak tutacak haldeyiz, R.’yi arıyoruz “ sezon bitmiş onun için saatte bir geliyor” “iyi biliyor musun” “gelecek bekleyin” geldi bir otobüs, Amerikan filmlerinde kırk yılda bir otobüsün uğradığı ıssız şehirlerarası otobüs durağı gibi bir duraktı beklediğimiz ve biz yine seninle dışarıdayız oynuyoruz, annen terledin diye üstünü değiştiriyor.

Nihayet Dikili’de yazlıktayız, hemen bahçeyi tanıtıyorum tek tek “merhaba domates bak bu Can… ”, “bak Can bu patlıcan, armut” Annen gibi balkondaki salıncakta sallanıyorsun yanında annen, ben … uykuya kolay dalıyorsun o salıncakta, akşamları üstüne bir çarşaf, bazen öğlende orada uyutuyoruz….

Klasik bütün yeğenlerime söylediğim şarkıları öğretiyorum sana “sakın çıkma patika yollara…..o kırlara ” derken elimle karşıdaki Salihler köyünü çevrelemiş dağları işaret ediyorum “haydi gel patika yollarına gidelim.”

Bizim eve bitişik Kırıkkalelilerin oturduğu Petek kent sitesinin yanından uzakta; bir gün orada hayatının sonlanacağını aklımızdan geçiremeyeceğimiz şehirlerarası Çanakkale yolunu hayal meyal göreceğimiz tarlalara doğru yürüyoruz, sen çiçekler topluyorsun ben “patika yolu işte burası” diyorum şarkıyı söylerken..

İpek hanımın çiftliğinden kargoyla yiyecek getirttik annenle, öyle bir ayarladık ki biz eve geldiğimizin ertesi günü geldi kargo, babam haliyle kızıyor “burada bu kadar tarla, taze sebze var” “her yeri ilaçlıyorlar, sen bile ilaç vuruyorsun, yedirmeyiz Can’a, ben de yemem “ diyoruz, mısırları haşlıyorum sana, salatalık dolmalık biber, annem süt alıyor yoğurt yapacak. Asma yaprağında sardalya yapıyoruz. Tüm yeğenlerimle yaptığımız gibi salonun ortasın örtü seriyoruz sonra malzemeler kurabiye yapıyoruz. Hamuru yapmana izin var, nasılsa dökülse çabuk temizleniyor yazlık. Sabah erken kalkıp hoop televizyonun karşısına çizgi film..

Sivrisinekler ısırmasın seni aman, akşama doğru uzun kollu tişört pantolon ve tabii saatlerce park, kum dökülmüş park, seni sallıyorum ben tıpkı Ankara’daki parklarda ki gibi “güle güle haydi bakalım doğru Paris’e, Amerika’ya, şimdi de İtalya’ya hoşça kal, bulutlara değiyorsun aman dikkat” sen gülüyorsun, kahkahalar atıyorsun “daha yükseğe Gülsen, daha ..”

Denize giymiyorsun kıyıdasın hep, kumdan kaleler yapıyoruz bir telaş, kovana su dolduruyorsun ama nasıl olacaksa ayakların da suya değmesin istiyorsun. Evde bir saat önceden kremliyoruz seni, salatalıklar, mısır, kurabiye, su, peçete ihtiyacın olabilecek her şeyi dolduruyoruz çantalara; ama kova yok; nerede ; koşuyorsun kaysı ağacının altından küreğiyle getiriyorsun; doğru sahil, ayakların kuma değer değmez yanıyor ya öyle bir koşuyoruz ki ıslak kumlara doğru seninle, terliklerimizi fırlatıp ayaklarımızı deniz suyuyla ıslatıyoruz, denize yakın sakin bir yer arıyoruz, kollukların her şeyin var ama korkuyorsun annemin, benim, annenin kucağında giriyorsun denize ayaklarını, saçlarını deniz suyuyla ıslatıyoruz kıyameti koparıyorsun, bırakamıyoruz hiç denize.

Ben ve sen kıyıya yakın hani ince bir hat çizer ya kumlar sahilde kuru kumla dalganın vurduğu yerdeki ıslak kumları ayıran işte bizde sınırda popomuz kuru, ayaklarımız ıslak kumlarda oturuyoruz; çapkın dalgalar ayaklarımızı yalayarak geri gidiyor ben sana klasik şarkılarımı söylemeye devam ediyorum ” deniz ve mehtap sordular seni.. bira avuç su verdi elime” derken elime deniz suyu alıyorum muhtemelen sen de “manyak ya bu teyzem diyorsundur.” “bak bak uzakta beyaz bir gemi, yelken” “ah o gemide bende olsaydım…” bir gün baktım sen salonda söylüyorsun “ah o gemi de bende olsaydım….” sevmediğin tek şarkı “takalar geçiyor allı yeşilli” .

Hep yaptığım gibi şarkıları söylerken hareketlerimle şarkının mevzusunu canlandırıyorum, bir gün elime şemsiyeyi alıyor açıyorum Türk filmlerindeki gibi omuzuma koyuyorum başlıyorum çevirmeye ” katibime kolalı da gömlek ne güzel yakışır “ sen hopluyorsun etrafımda şemsiyeyi yakalamak için “ben de , ben de “ veriyorum taklit ediyorsun yaptıklarımı.2016 yılı hayattaki son yılınmış meğer işte Mayıs ayı bana durduk yerde o şarkıyı söyle diyorsun hani var ya bildiğin on tane şarkı söylüyorum “yok” sonunda “hani kız vardı ya” diyorsun. Ben “ bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde”; “ha bu” diyorsun. Şarkıyı söyleyerek sana yaklaşıyorum “delikanlı yaklaşmış ne kadar güzelsiniz” uzaklaşıyorum “fakat siz de kimsiniz” birlikte canlandırıyoruz şarkıyı.

2016 Haziranı Dikili’ye gideceksin sana dedim ki “seninle şarkılar söylemiştik hatırladın mı söylemeye başlamıştım bunları söylemeyi unutma sen öyle çok hatırlar gibi de bakmamıştın yüzüme; yalnız “takalar geçiyor allı yeşilli” yi söylediğimde “ayyy iğrenç “ demiştin. 2016 Nisan sonu Mayıs başı senden önce Dikili’ye gittiğimde ki gitmez olaydım…gitmez olaydım… sana “senin için bahçeye sebzeler ektim; karpuz da ektim Can’o; onları sula oğlum, unutma yıldızlara bak geceleri ben sana selam göndereceğim yıldızlarla”.. “sen de gel”…Beni hep yok edecek, parçalayacak, ölene kadar aklımı kırdıracak o cümle “ sen de gel…..”

Sen benim ilk, tek ve son ve yalnız aşkım; hortumla sulamayı pek severdin bahçeleri, parkları, denize girmez, banyo yaparken ortalığı ayağa kaldırırdın ama suyla oynamaya bayılırdın, su tabancanla ıslatırdın beni ki Dikili’de sana bir de su tabancası almıştık, bir yerde hortumla sulama yapa birini görsen dikkat kesilirdin bende ya Lozan Park’ta ya da karşımızdaki İsmet Camuzoğlu parkında çimenleri sulayan görevliye “amcası Can’da biraz sulasın mı ” der hortumu isterdim.

Sen büyük bir iş ciddiyetiyle sulamaya başlardın. İşte Dikili’de de o 2012 yılının Ağustos sonu Eylül başındaki tatilimizde büyük bir hevesle de yazlığın balkonunu annenle yıkardın, eline süpürgeyi alır, çekme kürekle suları çekerdik birlikte dış kapıya kadar. Bir gün bir baktık balkonun dış duvarlarını baştan sona küçük salyangozlar istila etmiş, seninle hortumla su tutuk üzerlerine temizlemeye başladık ama çok zor oldu çünkü öyle bir yapışmışlardı ki duvarlara. Bahçede toprakla oynardın sen, balkondan seyrederdim seni.

Balkon duvarına çıkar şarkılar söyledim sen de balkonda çıkmak isterdin korkardım ama elini tutarak yürütürdüm. Bir de sinekler sineklikle av zamanı; elinde pembe eski sineklik şappp duvara, kara sinekleri öldürme harekatı o harekatın komutanı Can’o…Her şey iyi hoştu da dedo’nun su parası çok gelecek diye “yeter da, daybeter da su, su bitti su yok “ kızgınlığı musluğu kapatmaya kadar varan öfkesi bu oyunlara ara verdirirdi.

Akşamları odana bakardık sivrisinek gizlenmiş mi diye oyuna çevirirdin pat pat perdelere yataklara vururduk saklandıkları yerden çıksın sivrisinekler. Öğlenleri ara sıra güç bela uyuyorsun sırf denizin hatırına, “uyu kalk ki denize gidelim”. Yatınca sen odanın kapısını kapatıyoruz, kalkarsın duymayız sen merdivenlerden inmek istersin düşersin diye ödümüz kopuyor. Sen de çocuk merakı çıkmak istiyorsun dubleks evin yukarı kata çıkan merdivenlerden, iki elini basamağa koyarak, bir maymun gibi çıkıyorsun sonra oturarak iniyorsun tabii arkanda mutlaka biri oluyor, elimi tutuyorsun çık, in…çık, in.

Sen televizyonun karşısındaki kanepede oturuyorsun ben de sana şov yapıyorum; elime aldığım herhangi bir şeyi mikrofon gibi tutup bir şarkıcı gibi en üst merdivenden yavaş yavaş şarkımı bir şarkıcı edasıyla söyleye söyleye iniyorum “”wantera mea, aio vantermea” kim söyler kimin şarkısıdır bilmem ama yıllarca söyledim her yeğenime ;tabii ki sende aynı şeyi yapmak istiyorsun, yapıyorsun da merdivenin alt basamaklarında.

Birkaç kez akşama doğru Panayıra gidiyoruz; çocuk arabası da yanımızda yorulunca oturuyorsun, sana masal kitabı, dondurma alıyoruz…her şey sana göre ayarlı, kahvaltı öğle yemeği, akşam yemeği, bazen gece uykun gelmiyor koşup odandan anneannenle benim yanıma geliyorsun, boğuşuyoruz yatakta “haydi zırto yatma vakti”, annenle kıkırdamalarınızı duyuyorum “uyuma vakti”, “kapatın gözlerinizi uyuyun artık”…annen sessizce “Gülsen kızıyor artık yatalım” diyor.

Uyumayı hiç sevmedin hiç, kreşte uyumazdın bana gelir uyumadım derdin göz mü kapadım derdin eziyetti kreşte uyku saatleri senin için. Belki de o yüzden çok sevmedin kreşleri, Minik İkizler kreşinde Güliz hanıma uyumasın dedim uyumak istemiyorsa uyumasın. O yüzden anaokuluna gidince çok sevindin uyumak yok diye. Evde sana baktığımızda onca uydurduğum, okuduğum masal, “Can bak kolların diyor ki ah bu çocuk bir uyusa da ben de dinlensem, gözlerin yoruldum artık bakmaktan azıcık kapasa da Can kalktığımda daha güzel baksam her şeye diyor yavrum, yoruluyorlar ellerimiz, kollarımız, ağzımız, kalbimiz. Onun için uyumalıyız” açıklamalarım da yok değildi.. uykunun büyümeye yardım ettiğini uyursak daha çabuk büyüyeceğini anlatmam falan nafile sen benim uyuman gerektiğine inandığımı ve uyumadan seni bırakmayacağımı bildiğinden sonunda dayanamaz “uyuyamıyorum” derdin. “Kucağıma alayım mı”,“ al”

Nerede bakıyorsak sana yani ya sizde ya bizde alırdım kucağıma uykun gelsin diye istisnasız en az bir saat dolaştırırdım seni. Başını omuzuma gömerdin, ayakların sallanırdı ben kollarımla sarardım kısık sesle “dı lori, lori” ve favori şarkım “başını göğsüme yasla Can’o.. o güzel saçlarında dolaşın elim…”, “zeytinyağlı yiyemem aman” söylerdim. Anneannenin repertuvarıysa klasik türkülerden “yeşil ördek gibi”, “kışlalar doldu bugün”..lerdi. O gün seçtiğim tek şarkıyı ya da iki şarkıyı aynı tonda söyleyerek uyutabilirdim eğer değişik şarkılar söylersem dikkatin dağılırdı uyumazdın.

Sizin evdeysek annelerin odasında yatırırdım seni gözümde komidinin üstündeki siyah çerçeveli masa saattin de 10, 15, yarım saat geçer sen hala uyumazdın, seni gezdirmekten yorulur gücümde tükenmek üzere olurdu kızardım “kapat gözlerini eeeee haydi”. Annenin yatak odası, hol, bazen babanın çalışma odası, senin odan yavaş yavaş dolan da dolan. Bizim ev Allahtan daha büyüktü benim oda, hol en çok dolandığım yerdi zira hol karanlık oluyordu. Büyüyünce ağırlaştın, seni taşımak çabuk yorduğundan beni bu defa da yatağın ucuna oturur başını sağ koluma koyar, diğeriyle de sarar sallardım seni kollarımda ya da bacaklarıma koyduğum yastıkta sallardım. Bazen bu sallama o kadar uzun sürerdi ki pes etmeden bir adım öncesi bacaklarımı kurtarır yastığı sallardım, numaradan gözlerini bir kapayışın vardı gülerdim ve sen benim güldüğümü görünce yüz bulur hemen açardın gözlerini gülerdin ya da yastıktan kurtarırdın kendini o gün sen kazanırdın “tamam haydi uyuma derdim, kalak anlaşıldı yatmayacaksın.. Sonraları üstelemez oldum bende annemde “yavrum büyüdü artık uyumaz ” diyordu.

“Uyu kalk parka gidelim, uyu kalk boya yapalım, uyu kalk faaliyet yapalım, uyu kalk dışarı çıkalım” gibi lütuflarım rağmen çoğu kez uyumazdın, kızardım sana uyumadın diye önce suçlu gibi sinerdin televizyonun karşısına geçerdin iki dakika sonra gelirdin “oynayalım mı” ya da “çizgi filmi aç” kızgınlığım geçerdi akşam annene şikayet ederdim “uyumadı” o sakin bir biçimde “olsun derdi” uyumamana hiçç kızmazdı annen, anneannen gibi.

Sen de bunu bildiğinden anneannene koşardın zira anneannen ben seni uyutmaya çabalarken sessizce bekler ama epey zaman geçince senin uyumadığını görünce “günahtır zorlama uyumak istemiyorsa uyumasın yeter “derdi sende hemen “ doğru diyor “der kurtulurdun benden ama bu defa da ben anneme kızardım “bırakmıyorsun ya tam uyuyacaktı .Anneannen seni hiç yatıramazdı hiç kırk yılda bir yatırabilirdi .Anneannen sabahları annen işe gitmeden size gelirdi bende evdeki işleri hallederdim öğlene doğru size gelirdim. Anneannenin fi tarihinden kalma türkülerini hiç sevmedin” yeşil ördek gibi”, ama birini yukarıdaki videoda olduğu gibi ezberlemiştin “Cano’nun beşiği camdan” .. “atem tutem men seni” söyleyince “annem de bunu söylüyor” derdin, bir de “karlar düşer düşer düşer ağlarım…”

Ben beste yapardım sana, uydururdum şarkı sözlerini, s en da alışkındın zaten benim şarkı bestelememe, şarkı sözleri uydurmama. Ev kuşu diye bir program vardı orada sunucu “merhaba aşkım, nasılsın tatlım, iyiyim aşkım ” İzlediğimde ki ne zaman ilginç şeylerle karşılaşsam hemen aklıma gelirdin, bunu Can’a söylesem, yapsam diye, servisten aldığımda dedim ki “Can’o sana şarkı besteledim. Bak dinle “Merhaba tatlım, nasılsın aşkım”. Beğendin mi, başını salladın.

Ertesi gün seni servisten aldığımda bana “Gülşen ben de bir şarkı yaptım” “ayy benim oğlum bana beste mi yapmış, merak içindeyim, haydi söyle bakalım” “merhaba tatlım, nasılsın aşkım , iyiyim tatlım” “aferin oğluma çok güzel olmuş öptüm yanaklarından” şarkı söylemeyi seviyordun, şarkı uydurmayı da benim gibi. Annenle seni piyano kursuna yazdırmayı düşünmüştük, mahalledeki bir arkadaşımızın piyano hocalığı yapan kocasına götürmüştük bir cumartesi günü. Piyanonun başına oturmuştu seni sen meraklı bir biçimde parmaklarını gezdirmiştin tuşların üzerinde “ yeteneği var” demişti ama annen vazgeçmişti. Teyzenin evine gittiğimizde de ellenmesinden hoşlanmadıklarını tahmin ettiğinden çaktırmadan kuzenin gitarına illa ki el sürer, tellerini çalardın.

Denize girmedin 2012 de birlikte tatil yaptığımızda, yüzmedin aldığımız deniz gözlüğünü takıp kıyıya yakın bir yerde denize bakardın. Bacağında bir morartı acıyor diyorsun su döküyoruz, deniz anası vurdu diyorlar. Bir de deniz kabuğu topluyoruz her denize girdiğimizde bir torbayı doldurmuştuk …

Şu anda hangi sene olduğunu hatırlamıyorum zira bütün resimler ve videolar annende; o yıla ait bende tek bir resim yok ama galiba ya 2012’ydi. Çünkü Duru ve dayın gitmiş ardından biz gitmiştik ve sevinmiştik bu sene evi temizlemek zorunda kalmadığımıza zira yazlığı ilk açan, temizlemek zorunda kalan perişan oluyordu.

Bir önceki yıl 2011’de de omuzunu kırdığından baban alçıya alınmış omuzunla baban, annen ve sen yine tatile Dikili’ye gitmiştin. Anneannen o kadar çok üzülmüştü ki omuzunun kırılmasına ki baban seni düşürmüştü, alçıda o sıcakta Dikili de tatil yapmıştın. Anneannen sen uyuyunca düşmeyesin diye yanında yatıyormuş.

O sene o kadar koştuk ki kumsalda bir boydan, bir boya… 2016 ya da 2015 evet 2015 yılı tatile gittiniz annenle sen yalnız bir otele gitmeden bana servis şoförünüzün adını söylemiştin Seyfettin di galiba bakıcı kadın da Gül’müydü hatırlamıyorum; bana dedin ki “Seyfettin abi bana deniz kabuğu getir dedi ben de olur dedim “demiştin. Severdin deniz kabuklarını ” deniz kabuğunu kulağımıza dayardık, dinlerdik..bak dalga sesi duydun mu Can! sen daha bir dikkatli dinler “hıhı duydum duydum “derdin.

Şimdi senin ölümünden önce topladığın son deniz kabuklarını getirdi bana M. dayın, onları sevdiğin küçük kutu vardı ya içine koydum, üzerini streçledim, bilgisayarım yanında o kutu .. bak dalga sesi duyuyor musun Can’o.

Akşam üstleri karanlık olmadan Hidayet hanımın evine yakın parka giderken yol üstündeki rögar kapağının deliğinde içeri taşlar atıyor, kulak kesiliyoruz acaba ne sesi duyacağız?. Bir de karıncalara pek bir meraklıyız” çok çalışkanlar” diyorum bak bak nasıl taşıyor buğdayı. Karıncalar ip gibi dizilmiş sen nereye kadar gidiyorlar ya da nereden geliyorlar keşfe çıkıyorsun onları izleyerek. Ahhh yavrum ah o keşif merakın ahhhh..

Sonra hastalandın, bir koşu Dikili doktor, enfeksiyon kapmışsın, antibiyotik ben okaliptüs yaprağı kaynatıyorum ama korkuyorum sana bir şey yapar diye azıcık içiriyorum. İki üç güne kalmadı düzeldin. Dikili’ye gezmeye gidiyoruz denize yakın sahildeki kafelerden birine giriyoruz, denizin ortasına doğru bir iskelesi var masala koymuşlar annenler otururken ben ve sen aşağıya iniyoruz, taş atıyoruz denize, bak bak diyorum balıklar, cam gibi denizde oynaşan balıkları görüyorsun, girdiğimiz cafe de bir akvaryum var. Sen tost yiyorsun, kalamar , midye tava sonrası Roma dondurmacısı, dondurma sefası; geziyoruz sonra dolmuşa binip siteye geri dönüyoruz. Bunları yazarken en çok yavrum o anların resimlerini annenden almadığıma yandım.. birlikte yaptığımız tatile ilgili tüm resimler, videolar hep annende.

Tatil bitti, anneanneni bırakıp orada bir taksi tutup İzmir’e havaalanına doğru yola çıkacağız. Son gün baktık İzmir’de oturan R.dayın geldi önce zeytinliğin olduğu tarafa girdi , bize de “merhaba “ dedi, ağaçlara bakıyor zeytinler ne durumda diye, biliyor da bizim gideceğimiz. S. hanımda bizi uğurlamaya gelmiş neyse ben bozuldum “S. hanım “ dedim bizim ailede zeytinler insanlardan önce gelir” vay ki ne vay ben bunu der demez bir hışımla balkonda nasıl bağırıyor sen siniyorsun “ne demek istiyorsun, sen kimsin” , “yahu ben ne dedim bu kadar sinirlenecek” giderayak moralimiz alt üst oluyor annenle. Allahtan taksi geliyor da… R. seni kucağına bile almadı öyle sinirli ki seni doğduğundan beri ilk görüşüydü sonraları da zaten üç dört defa gördün..

Güzel oğlum belki de resmi aile tarihleri anlatıldığından yüzleşme olmadığından pek çok insan da yaptığını doğru kabullendiğinden yanlış kader biçiyor insanlara oysa gerçek aile tarihi hiç de öyle le bebek gül bebek değildir, toplumda ne varsa ailede, ailede ne varsa toplumda yer edinmiştir; sevgi de nefrette, öfke de intikamda .Eğer memnun değilsek bugün toplumda bu kötülüğün ailede sıradanlaştırılmasından, gerçeğin saklanmasındandır. Senin sitende yaşanan olumsuzlukları da yazacağım yavrum çünkü sen o olumsuzluklarında içindeydin. Belki insanlar bunu okuduğunda kızacaklar “aaaa ne gereği vardı şimdi bunu yazmasının “ diyecekler ama benim yazmamam senin –yaşanan olayın ortasında olduğun gerçeğini değiştirmez sadece başkaları öğrenmezdi yaşananı, ama öğrenerek hatanın önüne geçilir değil mi kuzum….

Bir tanem; teyzesinin göz bebeği, seninle denizde ilk ve son tatilimdi benim. Bir de İstanbul’a gitmiştik ben, sen, annen; İrep’in evine bir haftalığına. Sen dışarı çıkmak istemiyordun, taksiyle bir yere gideceğiz, bindik taksiye “ bir ağlama ama ne ağlama geri gidelim, eve geri gidelim” taksici ben, annen yok kar etmiyor susmuyorsun öyle bir ağlama . Hep tanıdık yerlerde huzur bulurdun, mekan değiştirince rahatsız oldun diye düşünmüştük. Vapura binince de korkmuştun önce. Sonra güvertede seninle martılara simit atmıştık “bak Can bak nasıl alıyor bak”

Otobüsle gitmiştik galiba hatırlayamıyorum şimdi ama dönüşümüzü hatırlıyorum otobüste hiç durmadan konuşmuştun ben ve annen nasıl mahcubuz otobüstekiler rahatsız oluyor diye. Bir daha tövbe, tövbe otobüsle gitmeyelim diye karar veriyoruz.

Sonraki yıl üstteki videoda görüldüğü üzere 2013’de temmuz ayında sen yine Dikili’deydin baban, annen, teyzen Gülvan ve Taylan’, İdil.2014 yılında ailecek Foça, orada önceden yer ayırdığınız otelden ayrılıp başka bir otele gittiniz. O otelin sahibinin çocuğuyla çok iyi anlaştığını söylemişti annen hemen hemen her gün telefonla görüşüyorduk annenle Cano şunu yaptı, Cano bugün dondurma yedi, denize yine girmedi..

2015 yılı annenle, bir başına Antalya’ya bir otele, bir haftalığına dönüşte bana havuzda ne kadar eğlendiğini anlatıyorsun. Sonrası o ölümcül tatile çıkışın, son tatilin 2016 Haziran’nın 18 de uçakla anneannenin yanına. Artık kocamansın; daha önceki tatiller aklında yer etmemiş hayal meyal kalmış bir kaç anı var zihninde, saat 20 gibi geliyorsun Dikiliye yazlığa vardığında “anneanne burası sisin eviniz mi ” “evet ” ; “Güşen’nin evi Ankara da mı” evet diyor annem. Benim sana tatile gitmeden bir gün önce ektiğimi söylediğim , sulamanı istediğim bahçeye gidiyor; sebzelere bakıp “anneanne burası Güşen’nin bahçesi mi”, sonra yola bakan çiçeklerin olduğu tarafa gidiyorsun “burası Gülsen’nin çiçekleri mi? Yarın kalkıp bu çiçekleri sulayacağım”

Güzel yavrum benim, ben uzun yıllar günlük tutan ben sen doğduktan sonra niye günlük tutmadım anlaşılır gibi değil şimdi öylesine hayıflanıyorum ki. İnsan her anı her söyleneni aklında tutamıyor ki, bellek öyle bir şey ki…yerine yeni bir yaşanmışlığı koyduğunda eskisi iteleniyor. o yüzden de o yıl anlattığın , yaşadığın pek çok şey aklıma gelmiyor şimdi.ve ben “keşke”lerle kahroluyorum hep…

Sana bir gün çok uzaklara gidersem… ben sanıyordum ki senden öyle öleceğim çünkü hayat bunu gerektirirdi “eğer bir gün çokk uzaklara gitmek zorunda kalırsam bil ki seni çokkkk çokk seven teyzenin hep kalbindesin. Dünyanın neresine gidersem gideyim yavrum unutma seni çokk seviyorum. Çok. Ve benim sesimi duyacaksın, ben hep senin yanında olacağım uzaklarda olsam da” . Neredeyse hafta da bir derdim sana “bu dünyada gülsen en çokk kimi seviyor” ellerini iki yana kocaman açardın “beni” derdin. Ben hemen sarılırdım sana “evet seni, Gülsen bu dünyada en çok Can’o yu seviyor..

Öyle bir haldeyim ki kuzum seni hatırlatan her şey; tek bir çocuk sesi, tek bir yağmur damlası, terleten bir güneş, düşen bir at kestanesi, kozalak, ağaçtaki bir elma, kiraz, tezgahtaki karpuz ki sen çekirdeksiz karpuzu severdin ” annem çekirdeksiz karpuz aldı beğendikten”, “ben ama çekirdekli karpuz daha faydalı” diyerek tabağa koyduğum karpuzun çekirdeklerini temizlerdim ve çok korkardım yanlışlıkla çekirdek boğazına kaçar da boğulursun diye…tek bir dokunuş, davranış kanatıyor tekrar tekrar beni.

Her şey de seni hatırlatıyor, kuaför Hüseyin, bahçesinde kedi aradığımız şu apartman; hele de lavaş ya da pideyse alır almaz yemeğe başladığımız ekmek aldığımız Gümüşhane ekmek … her şey …Her şeye seni hatırlatıyor…

Anneannenle sebze almaya dışarı çıktık yürüyoruz baktım sokakta bir adam elinde bir kasa böğürtlen bağırıyor “böğürtlen”; kala kaldım hemen hatırladım. 2015 yazıydı, Ağustos’tu sizin evden bizim eve gelirken; evlerimizin olduğu Layoş Koşut caddesinde karşılaşmıştık yine böğürtlen satan bu adamla; kaç lira demiştim “paketi beş” almıştık. Daha yolda yemeğe başlamıştık Allahtan tatlıydı; sana dönüp Hansel ve Gretel masalını hatırladın mı işte Hansel ve Gretel’in toplamak için ormana gittikleri meyve bu yani bu masal meyvesi yavrum demiştim “Bu mu, çok güzelmiş”..

Sensiz dönüyor yavrum ya bu dünya…sen yoksun yaşıyorum ya ben… anlayamıyorum… bitiyorum…sararıyorum gün be gün kimse fark etmiyor benden başka sarardığımı… acılar da ne kadar sessiz, sedasızmış sen ölene dek bilememişim.. Sen yaşadığında da güne, aya, yıla hep hüzün, hep insanı öldürmeye, öç almaya kışkırtan acılar vururken ben mi görmedim…görmek istemedim o sesiz matemlerin tınılarını, o kaybedişlerin yalnızlığını.

Şimdiyse karşımda dağıtan…sarartan…fotoğraflarda kalan çocukluğunla ne ben eski ben; ne de Ankara, eski Ankara… belki de başladığım yerdeyimdir…kim bilir ki…ben bilmezken… …kim bilir

 

 

DİĞER YAZILAR