YAŞADIKLARIN DEĞİL , YAŞAYAMADIKLARINDIR ASIL YARALAYAN , ALT ÜST EDEN…

cankocatas

“Senin için dikilen ‘fide’nin can suyunun yaşanmışlıklar, anılar ve bir daha yaşanmayacakları anlatan gözyaşları olduğunu hiç bilmeyeceksin…hiçç. Artık karanlıktayım bende, karanlığa aşık on binler gibi.. yazdım “Gidin, bu haber için açmam kapıyı” yazımın son paragrafına.

Keşke dedim yazdıkça o gün bana senin ölüm haberini getirdiğinde İ., Sultan’nın herkesin yapmak istediği ama niyeyse yapamadığı o refleksi ben de gösterebilseydim. Ama o kadar ani , o kadar hazırlıksız yakalandım ki oğlum…. o günü anlatacağım zamanda gelecek…Birinin ölüm haberi her şeyi ters yüz edeceğindendir o haberi duymamak, o haberden önceki zaman diliminde kalmak için kulakları, kapıları kapatarak geciktirmek….duvarları yumruklamak…başı ellerle dövmek neye yarar… neye eğer yok olmayı beceremiyorsan bu dünyadan neye yarar Can’oo, neye.

Yazdıkça senin hayatını, yaşadıklarını, resimlerine videolarına baktıkça “niye…niye “diyorum “nasıl olur…nasıl.. bu kadar canlıyken her şey nasıl olur da sen olmazsın bu dünya’da“

Büyüseydi diyorum arkadaşlarını, yaşıtlarını görünce sonu olmayan “Can’da böyle mi olacaktı? böyle mi konuşacaktı? böyle mi yürüyecekti? böyle mi tarayacaktı saçını?” onlarca soru dolanıyor kafamda; beni öldüren. “ Git başımdan lan oğlum” diyecek miydi? Belki sonbaharda eli elinde Lozan’da dökülen yaprakların üzerinde romantik bir yürüyüş yapacaktın sevgilinle, belki oynamayı sevdiğin çocuklar oynasın diye yapılmış küçük minyatür evin önündeki bankta ya da içinde oturduğumuz senin penceresinden baktığın kulübe de oturacaktın…kim bilir…kim .

oynadığın küçük ev

Ne severdin ne severdin sararmış renk renk yaprakları “aaa bu turuncu, bu sarı, aaa bak bu sararmamış yeşil kalmış”, geçenlerde salondaki çekmeceleri düzeltirken bir ajandanın arasında kurutmak için topladığın yaprağı ve o sarı çiçeği buldum.

Daha bir buçuk iki yaşındayken ben seni sonbaharda dökülen yapraklarla oyna, üzerinde yürü diye parklara götürür, yollarda gezdirir, sen onları avuçlar atardın oraya buraya, bazen de bir temizlik görevlisi gibi toplar tepe yapardın sararmış yapraklardan. 2016 yılının Eylül ayında ilk okula başladın ki aynı okulun ana sınıfına gitmiştin bir yıl önce; iyi bir eğitim alman en çok isteğimiz şeydi ki bunun için annen ve benimde hayalim senin iki kuzeninin de okuduğu Ankara’nın en iyi okullarından Tevfik Fikret’te okumandı; oraya kaydını yapmak için torpil bile yapmaya çalışmış, başaramamıştık; sonunda kuraya katılmış ki o noter huzurundaki kura çekiminde ben ve babanda torbadan sayıları çekmiştik ama ikimizde numaranı çekememiştik.Çok üzülüyorduk ki yedekte ya 4 yada 3 sırada olunca havalara uçmuştuk annenle. Kesin demiştik o gün kesin girecek illaki birileri kayıt yapmaz, “Can şanslı bir çocuk, biliyordum.”

İşte ilk okul birinci sınıfa başladığın 2015 Eylül’ün de yılında 25-26 Kasım da TEOG sınavı yapıldığından tatildin ve tabii iki gün bizdeydin. O gün sabah 11 gibi yanımızdaki parka gidiyoruz; hava ılık yağdı, yağacak yağmur, rüzgar var ama sen illaki “haydi ama dışarı gidelim”le bunaltıyorsun beni, dediğin oluyor yine ve ben aşağıdaki videodaki “bu yaz hangi mevsim” sorun ne çok güldürmüştü beni.

O gün ne çok oynamıştın göreceğin o son sonbaharın dökülmüş yapraklarıyla. Avuçlayıp savurmuştun havaya yaprakları…Sonra uzanmıştın onlarca yaprağın üzerine ben sana “yapma Can” dememiştim.

Yaprakların üzerine yatmışsın, ben de yukarıdaki resmini çekiyorum “ben öldüm bak” diyerek kıpırtısız durmuştun ki aynı sözü Haziran 2016’da senin çok sevdiğin o oyunu hani “üç yaşında, beş yaşında” kaplan oyununu oynarken de sarf etmiştin ben de gıdıklayarak “Can, Can kalk haydi numaracı seni“yle kaldırmıştım,” parktaysa “ hava soğuk hasta olursun haydi kalk “demiştim sen kalkmayınca da “haydi ama kalk bakalım” demiş “öldüm “ lafının üstünde bile durmamıştım hiç.

Acaba “kızlar , bebekler için“ ya da “kız işi” diyerek almadığın pembe topu, oyuncağı unutup çeşit çeşit küpe mi takacaktın şu karşıdan gelen adaşın gibi uzun boylu zayıf mı olacaktın, pek bir özen gösterdiğin hatta ortasından bir tutamı yukarı kaldırıp jölelediğin dağıtınca şakadan ben ağladığın o güzel düz siyah saçlarını Amerikan tıraşı yapmak yerine uzatacak, belki de at kuyruğu yapıp arkadan toplayacaktın.

Bunlar aklıma geliyor işte, ama her gün aklıma geliyor her gün karşıdan gelen bir yaşıtını görürü görmez gözden kaybedinceye kadar takip ediyorum, davranışında, konuşmasında, yürüyüşünde senden izler arayarak. Ve Can aslında ne çok benziyormuş çocukların konuşmaları, yaptıkları, davranışları birbirine şimdi fark ediyorum.

Biliyorum tatlım benim, artık biliyorum yaşayamadığın kadar sevmiş olursun, yaşayamadığın kadar büyük olur sevgin. Yaşayamadığın kadar ukde dolusundur da kimseler bilmez. Yaşadıkları değil yaşayamadıklarıdır en çok insana koyan, yaralayan, alt üst bende.O içte kalan uktedir işte ölene kadar kanayan; senin 7 yıllık hayat yaşaman, çok uzun bir ömür sürecekken ki hem anne hem baba tarafın genetik olarak öyle uzun ömür süren insanlarla dolu ki hayatına son noktanın bir ihmal, bir kazayla konulması nasıl…nasıl yok, kahretmez insanı. Nasıl dağıtmaz beynini kuzenlerin, yaşıtların ergenliği yaşamışken senin yaşayamayacak olman.

Ahhh Can’o ahhh, ne kadar saçma geliyor şimdi çocuklar için söylenen, söylediğim “şansı bol olsun” temennileri. Ne şansı Can’o ne şansı ….bir çocuğun hayatının seyrini, başına gelecekleri şans belirlemiyormuş ki. Meğer Bir çocuğun kaderini, yaşayacaklarını belirleyen hiç birimize seçme hakkı tanınmamış anne, baba ve onların aileleri, onların verdikleri kararlarmış. Bir çocuğa ne yedirirsen onu sever, kitap okursan kitap okur, nereye götürürsen oraya gitmeyi sever, ister, anne, babanın çevresindekilerin cümleleri taklit eder senin “aynen”, “Allah, Allah” , “ee yani”leri kullanman gibi. Çünkü her anlamda bir çocuk kendine bakana, doğurana bağlıdır tek başına ne gezebilir, ne yemek yapabilir, ne de kitap okuyabilir, ne de bir yere gidebilir.

Temenni ne olmalıydı biliyor musun yavrum, “eğer şanslıysa bir çocuğun bahtına vicdanlı, mantıklı atacağı her adımın çocuğunun geleceğini belirleyeceğini bilerek dikkat eden, çocuğunu tehlikelerden, kazalardan koruyan bir anne, baba düşsün”. Değiştiremeyeceğimiz genetik mirasa annen babanın davranışı, söylemleriyle eklediği özelliklerle oluşur kişilikler.

Şimdi şimdi fark ediyorum kurduğumuz hayallerimiz bile ebeveynlerimizin hayalleriymiş. Yaşayamadıklarını, başaramadıklarını kendi hayallerini dayatmışlar bize hayalin diye. Şimdi, şimdi anlıyorum ki çocuklar ebeveynlerinin, ilişkide oldukları akrabalarının söylediklerini değil yaptıklarını yapıyorlar. Aileler de iyi bir eğitim almamışlarsa çocukları iyi bir eğitim alsın, baleye, piyanoya, tenis gitsin istiyorlar; kendilerinde gördükleri ne eksilik varsa onu kapatmaya çalışıyorlar çocuklarıyla. Öyle bir dayatma yani tıpkı devletin topluma tek tipçi dayatması gibi ki o dayatma ancak bir asır sürebildi.

Bilimsel olarak ta bir çocuğun kişiliği 7 yaşına kadar oluşur diyor uzmanlar yani 7 yaşına kadar nasıl biçimlenir, nasıl yetiştirilirse O’dur. Onun içindir “7 sinde neyse 70 inde o’dur, değişmez” sözü, ha değişmez mi değişir eğer eksiliğini, hatasını fark ederde değişmek isterse değişirsiniz yoksa değişmezsiniz.

Ve çok gariptir oğlum, anne ve babanın beğendiğimiz, beğenmediğimiz huyları, davranışları, yemek alışkınları bizde tezahur etse de, bizde ifadesini bulsa da bunun farkında olunmaz; olunsa da itiraf edilmez; aynı kelimelerle konuşuruz, aynı şekilde yürürüz mesela sen yavrum senin yürüyüşün babana benzerdi, ”ayyy asla benzemem ben babama, anneme” cümlesi sadece bir laftır, sadece… objektif bir bakış açısı gerekir gerçeği itiraf için..

Her gün kullanılan ebeveynleri aklama “ hangi ana baba ister çocuğunun öyle olmasını”, “ölümünü” maskesi de yok edemiyor; ne bir çocuğun olumsuz davranışlarında, ne bir trafik kazasında senin ya da havuzda babasının gözü önünde boğulan akranın 6 yaşındaki Yiğit Atakan’nın ölümünde anne ve babanın ihmalinin varlığını. Onlarca trafik kazasında baba direksiyonda, çocuk ya ön koltukta ya da arkada anne kucağında veya yanında ama illaki emniyet kemersiz. İnsan neye yanıyor oğlum biliyor musun sen ABD’de, Avrupa’da, Japonya’da doğsaydın, yaşasaydın ölmezdin trafik kazasında emniyet kemeri takılmadı diye…

Çocukların kaderini ebeveynleri, ailesi çizer. Onlarda ne yazık ailede, çevrelerinde kendisi gibi düşünenler “haklısın, doğru düşünüyorsun, onlara ne”yle destek, akıl verenlerle ilişki kurarlar. Hoşlanmadıkları aile üyelerinin, arkadaşlarının dediklerine kulak tıkarlar ki zaten bu ülkede herkes her şeyin en doğrusunu bildiğinden, yaptığından; iyi niyetli uyarılara da “kime, Ona ne, benim çocuğum, benim kararım”la karşılık verdiğinden, hoşlanılmayanlar çocuğun kaderinin etkili olamaz, söz hakları da bulunmaz ebeveynin onayı yoktur ki onlara.

Seni kaybettikten sonra güzel oğlum benim; acaba “arayıp sakın Cem’e araba kiralama, sakın gitmeyin Şirince’ye” deseydim beni dinler miydi annen diye o kadar çok düşündüm ki… ama biliyorum hayır, asla dinlemezdi, zaten benim uyarılarıma azıcık dikkat etseydi, hayatının sonlanmasında en önemli rolü oynayacak F. teyzen kadar dinleseydi beni, sen bugün yaşıyordun. Şirin’ce; ben sizin Şirince’ye gideceğinizi biliyordum zira anneannen o sabah 2 Temmuz sabahı dedi ki “L. araba kiralayıp bugün Şirince’ye gidecekmiş”. İnan yavrum nasıl garip bir şeydir anlamış değilim hâlâ ılık ılık aktı içime; bir sızı “anne nasıl olur, o yol ne kadar virajlı Cem nasıl çıkar o yolu” dedim ben korkarak ama susarak.

Ve kaza yapmış Cem diye haber verdiğinde İ., kaza Şirince’ye giderken oldu sanıyordum, Assos’a giderken olduğunu sonra öğrenecektim. Niye Assos ? Niye…kim bilir kim aklına koydu Assos’u kim?

30.07.2011

Ha bunları yazmak bu saatten sonra neyi değiştirir; ne yazsam, ne söylesem hep eksik yavrum, hayatın ergenliğini, olgunluğunu yaşamayacağını, akranların büyürken senin büyümeyeceğini bilmek bütün bunlar; can yakacak, ruhu sızlatacak bütün bu ukdeler geride kalanın kalbini, hayatını parçalayacak öldürücü bir hançerdir…o kadar.

Hani ben gelecektim ya “Can beyle görüşmek istiyorum” diyecektim sekreterinde bana “hanımefendi oturun bir dakika Can beye haber vereyim “ dersen seni arayacaktı sen “ benim teyzemi niye bekletin “ le beyaz gömleğini kıvırmış belki lacivert kravatınla kapıda belirecektin. Tabii ki sen genel müdür falan makamı olan biriydin hatırladın mı mutfakta sana yemek yedirirken bunları konuşurduk.

Ve sen diye devam etmiştim ben hikayeyi tamamlamak üzerek ağzına anneannenin her sene sırf siz torunları için o artık romatizmadan yamulmuş elleriyle yaptığı tarhanaya tavuk suyunu çok koyduğunda katılaşsın diye arpa şehriye attığım, senin de çok sevdiğin “küçük kaşıkla ver” dediğin arpa şehriyeli tarhanayı değil bütün yemekleri yemen için kahramanı sen, ben, aile, parktaki arkadaşların; Zeynep, Berk olan seni oyalayacak hikayeler anlatırdım. Can! her yemek yediğinde sonunda tabağında illaki bir iki kaşık bırakırdın ya, ne yaparsak yapalım o bir iki kaşığı yemezdin niye yavrum, huyunu bildiğimizden ısrar etmiyorduk bizde.

Anlatırken “öyle değil mi Can’o, sen de öyle yapardın “, “evet kızacağım Güşeni niye bekletin, hemen kapıyı açıp odama koy“ derdin. Yaşamadan yaşamıştık biz pek çok şeyi konuşmalarımız, hayallerimizle, hikâyelerimizle.

Hızlı geçmişiz biz hayatı seninle; yaşayacaklarını önden yaşamışız kelimelerle, hikayelerle mutfakta ki o cam masamızda ki parkelerin üzerine düşmüş kırıntıları İKEA dan alınan yün temizleyicisi ruloyla temizlediğinde kafanı çarpacaksın diye korktuğumuz ve senin de birkaç kez başını vurduğun çok acıttığından “ayyyy kör olaydım sana Can, çok mu acıdı, çok mu yavrum?” telaşıyla eğilince benim de başımı vuruşum.

Sen yanımızdayken canın acımasın tek istediğimiz bu bizim annemle. Koşarken düşüyorsun salonda; annem “ayyyy derken kendi saçlarını yolluyor” kalkıp sana koşacağına; acını mı hissetmek istiyor ne… teyzem de bizde şaşırıyor “kalksana saçını yolacağına çocuğun yanına git” diyene kadar ben yetiştim mutfaktan “ hayret be anne!” .Anlık oluyor her şey yazarken insan bunca sözün, olayın bir iki saniyede nasıl olduğuna, sözcüklerin dudaklardan nasıl döküldüğüne şaşırıyor.

Ben sana yemek yedirirken karşı apartmanda ki köpekcik Limon çıkardı balkona “bak Limon bak “ hani, hani “ bak işte ya dolabın altına girdi” sen görmezdin ben de gözlerinin bozukluğundan şüphelenirdim “uzağı mı görmüyor acaba”…o acaba annene telefon ettirtir “televizyonu da çokta yakın seyrediyor, sesini de açıyor sonuna kadar bir doktora göstersek …” götürülürdün sonra anlatırdın doktorun gösterdiği resimleri nasıl gördüğünü el kol hareketlerini de ekleyerek; “korkmam dişçiden Mine gibi, çürük var ama doktor nasılsa düşecek dişleri çekmeyelim dedi anneme.

Doktor seti oyuncaklarınla oynardık stetoskopu takar dinlerdin, ben doktor olurdum “hoş geldiniz Can bey, şikayetiniz ? oturun şöyle atletinizi sıyıralım bakalım, derin nefes alın, öksürün, evet çok iyi kalbinizi de dinleyeyim, nabzınıza bakalım, uzanın şimdi” elimle karnını muayene ederdim sen tam bir hasta gibi kıpırtısız bekler sorduğum “burası mı ağrıyor” sorularına kısa kısa cevaplar verirdin “yok burası, çok ağrıyor”, “ ağzınızı açın dilinizi dışarı çıkarın “aaaaa” deyin, ooo kızarmış pek berbat, ateşiniz de var” bir kağıda reçete yazardım “bu ilaçları hemen eczaneden alın, bol bol su, meyve, tabakta yemek bırakmak yok ” .

Sonra sen doktor, ben, anneannen hasta olurdu. O kadar çok hastaneye taşıdık ki seni, Güven, Medicana, Bayındır, sağlık ocağı, Ertuğrul bey… O kadar sık hastalanıyordun ki her hastalanışında sen beş yaşına geldiğinde nedenini anlayacağımız annende anlayamadığımız bir kaygı “ya Gülsen sağlık ocağına bir götürsen de ciğerlerini dinletsen Ertuğrul beye, öksürüyor, ciğerden geliyor acaba ” o bitmeyen öksürüklerin….

07.08.2015

I.’dan senin için aldığım bilgisayarı kullanmadan önce yukarıdaki resminde de görüldüğü üzere benim bilgisayarıma el koyar bende sana eşlik etmek için koltuğu çekerdim yanına hem oyun oynarken “yanıma da dur, gelll” dediğinden hem de Spider Man, Hazal bebek, balon patlatmaca onlarca oyunu bir sen, bir ben sırayla oynadığımızdan.

İşte ortak kullandığımız bilgisayarımda 2013 yılından bu yana masaüstünde açtığım “Can test” klasöründe, Eylül 2012’de emekli olduktan sonra izin alma gerekçem ortadan kalktığından 19 Nisan 2013’de İstanbul’da 800TL’ye yaptırdığım “Cambridge testi”, “besin intolerans testi”nde çıkan sonuçlara göre beslenip faydasını görünce; senin de müzminleşen öksürüklerinin nedeni bir türlü bulunmayınca; koca Güven hastanesinde yapılan alerji testinde baharda şu an adını bilmediğim her yerde rastlanacak bir ota, bir buğday türüne alerjin olduğunu söyleyip, astım tedavisinde kullanılan ağza fısfıs yapılan bir ilacı dayadılar hemen…

“ Nasıl bir test yapıldı” dedim annene “kan örneği alıp baktılar”; “resmini göster de bilelim nasıl bir otmuş, gördüğümüzde uzaklaşalım bari..” cep telefonuna resmini çekmiş, gösteriyor; yabani buğdaya benzettiğim, dolaştığımıza bütün parklarda görebileceğimiz bir tür ot.

Neyse, okuduğum masallarda, izlediğin çizgi filmlerde duyduğundan kolayca içeceğini tahmin ettiğim ıhlamur, zencefil, tarçın, adaçayı limon, Dikilide etkisini bilemediğimden korkarak topladığım okaliptüs, zeytin yaprağı kullanarak sana iksir adı altında “Can bu iksiri iç, bomba gibi olacaksın, boğaz ağrın öksürüğün hemen geçecek”li bin bir çeşit güzellemeyle bazen yüzünü ekşiterek bazen cidden severek ama hep “haydi iki yudum daha bak sonra oynayacağız, dışarı çıkacağız, Öğretmenler kırtasiyeden top, sticer alacağız ” vaatleriyle içtiğin o çaylar; denediğim onlarca macun, pastile rağmen öksürüğün dinmedi… dinmedi. Ki ben sana verdiğim bütün vaatleri de anında yerine getirirdim güvenin zedelenmesin diye.

İpek hanımın çiftliğinden getirdiğim doğal nişasta, süt azıcık şeker katarak yaptığım muhallebi, siyah turpun içine bal koyarak bir gece bekletmek dahil Erkan Topuz, Canan Karatay, Ahmet Rasim Küçükusta, Ahmet Maranki, Ümit Aktaş , Mehmet Aydın, İbrahim Saraçoğlu ilaç kullanmayı sevmeyen, ticari değil insan sağlığını düşünerek doğru bilgilendiren doktorlar ne anlatmış, ne yedirin içirin demişlerse televizyona çıktıklarında elimde kağıt kalem “öksürük“, “reflü “ boğaz ağrısı” için ne tavsiye etmişlerse onları yaptım hep.

Misal “kuru kök zencefil, 3 diş karanfil, adaçayı; bir boğumu kadar kuru kök zencefil ve 3 diş karanfili 1 su bardağı kaynamakta olan suyun içine atın. 6 dakika ağzı kapalı olarak kaynatın. Altını kapattıktan sonra 1 tatlı kaşığı ada çayı ekleyin. Tekrar ağzını kapatın ve kaynatmadan 10 dakika demlenmeye bırakın. Soğutmadan için. Yetişkinler bu grip çayından 2 saatte bir, 1 su bardağı ölçüsünde içebilirler. Çocuklar için 1 çay bardağı ölçüsünde verilmelidir” yazar hemen anneni arardım “şimdi Ümit diye bir doktor çıktı dedi ki…… mantıklı geldi yapalım, bir deneyelim”…

Faydası olmadı değil eğer bizim evdeysen akşam evde yiyeceğin çorban, yemeğin, içeceğin iksirin illa ki kavanoza konmuş hazır beklerdi seni almaya gelecek annene verilmek üzere. Annene derdim “bak küçük kavanozdaki çayı mutlaka ver, bütün gün ben üç kere verdim, yatmadan gargara yapsın “adaçayı” cidden faydalı. Bugün zencefil, bal, tarçın verdim iyi geldi ya da ayva yaprağını kaynattım içine limon azıcıkta olsa kesildi öğlenden bu yana hiç öksürmedi. Unutma sakın.” Eğer sizin evdeysek kaloriferin üzerine koyardım en az iki üç çay bardağında iksirin portakal suyun, meyve suların ve aynı talimatları verirdim annene “unutma”

Eve gider senin yattığını düşünür arardım “içirdin mi, yattı mı Can” “ayy şimdi içireceğim, ne yatması canavar olmuş zıplıyor yatakta… Ne içirirsem içereyim etkisi olsun diye en az yarım saat sonra bir şey içmene, yemen izin vermezdim. Ama çocuksun bazen dayanamaz ağzına atıverirdin bir şey.

Öksürükle baş edemedik, gastrolojiye bile göndertti doktorlar seni, reflü olabilir demesin mi biri. Mide ilacı bile Gaviscon bile kullanıldı san, “niye Can’ı takip eden bir çocuk doktor yok” dedim annene o da haklı olarak “güven hastanesi” çocuk bölümündeki doktorlar takip ediyor daha ne olsun. Ama sonra “ bu doktorlarda bir şey biliyorsa…” kanaati hem annende hem bende yerleşti…

Sonra 2015 yılında Medicana da bir doktora götürdük seni, baban ben ve seni evden almış annende işyerinden gelmişti. O doktoru annen beğendi; işin garibi adı Hülya olan o doktor seni ultrasona gönderdi; karnın ağrıyor diye böbreklerine bakılsın istedi; ertesi güne randevu aldık ultrasondan neyse ki annen götürmekten vazgeçti. İnsanı öyle bir hale sokuyorlar , insanın içine öyle bir kuşku şırınga ediyorlar, öyle bir konuşuyorlardı ki doktorlar misal eğer ultrasona sokmazsak seni böbreklerinde bir şey çıkarsa ilerde, töhmet altında kalınacağından ister istemez evet diyorduk. Kısacık ömrün doktorlarla büyük imtihanın oldu.

11.06.2012 cep telefonum elinde

Ben o test sonuçlarına göre beslenmeye başlayıp faydasını görünce aynı şikâyetlerden muzdarip annen de yapmak istedi “ama şu an maddi açıdan çok kötüyüm, kredi çektim ev aldım; onarımı tamiri, teste verecek param yok” , “saçmalama, sorun değil ben veririm sen sonra eline bollaşınca ödersin, para yok diye Can’nın perişan olmasına izin mi vereceğiz, araştırayım Ankara’da nerede yapılıyor ”.

24 Nisan 2013 Çarşamba günü araştırmışım ;Cambridge diye bir Word dosyasına atmışım bilgileri; Bahçelievler de 3. cadde de Dr. Aslı Eralp. Üstelikte bir hafta önce yaptığım test güya kampanyaya girmişmiş kişi başı 500 TL’ye inmiş. Cumartesiye randevu alıyorum sen 3 yıl 7 aylıksın, annen, anneannen ve ben taksiyle gidiyoruz. Doktor hanım kendi çocuğuna da yaptırdığı testin faydasıyla ilgili güzellemelerine devam ediyor, her çocuk gibi nefret ediyordun kan vermekten canın yandığından. Annenin kucağındasın bir ağlama öyle böyle değil halbuki parmağının ucundan alınacak azıcık.

Hemşirenin “Can pencereden bak sokakta ne var, annesi Can çok cesur bir çocuk değil mi, aaaa bak balon, sinek ısırığı gibi azıcık bir sızı Can” telkinleri annenin kucağındaki senin “yapma, yapma” haykırışlarına karışınca dayanamıyorum koridora çıkıyorum, anneannen oynuyor valla oynuyor “bak Can bak” neyse alınıyor kan, muayenehaneni altında cafe var oturuyoruz sana hamburger patates kızartması hapur hupur yiyorsun. Patates kızarmalarına ketçap ve mayonez ama asla patatesin üstüne dökmezdin yan tarafına döker, karıştırılmasını sevmezdin ayrı ayrı önce ketçap sonra mayoneze batırırdın, farkına varmadan poşeti açıp birbirine karıştırsak kızar ağlardın “Can tamam oğlum bak buraya ayrı ayrı döküyorum oldu mu, ağlama oğlum.”

Hep böyle yedin patates kızartmasını, ilk başlarda salatalık turşusunu da çıkartırdın hamburgerden sonra o kadar çok sevdin ki 3,5 yaşında falandın Tiflis caddesinde yol üstü uğrak yerimiz Beğendik’te cam tezgahın ardındaki çubuk turşusunu gösterip “bunu alsana” şaşırmıştım, “ağzım sulandı” gülüyorum nereden kaptın kim bilir bu sözü. “Sen turşu yiyor musun”, “evet, babam alıyor, çok seviyorum” Allah Allah, satıcı bir tane veriyor nasıl zevkle yiyorsun eve gelir gelmez koca bir tabak turşuyu bitiriyorsun. Kesinlikle hamburgerin de soğan, marul varsa çıkartırdın, bir de maydanozu börekten, anneannenin yaptığı gözlemlerinden ki sen sade gözlemeyi severdin benim gibi onun içinde annem sana hep sade gözleme yapardı.

Ama mayıs 2016 cam masada oturuyoruz ben ipek hanım çiftliğinden gelen maydanozu yiyorum çiğ ; “bana da ver “diyorsun “ aaa sen yiyecek misin” evet” korkuyorum sapı boğazında kalır, yutamazsın diye ama sen 3 dört dal maydanozu yiyorsun benim gibi. Şimdi ne zaman maydanoz sofrada olsa senin “ bana da ver” sesin Can’oooo.

26.10.2012 Beypazarın da

Can test klasörüne baktım bunları yazarken 30.04.2013 test tarihi notu düşülmüş sonuçların yanına. Evet hemen hemen her şeye maya, süt nispeten keçi sütüne az , yumurta sarısı, beyazı, buğday, ceviz, badem, bezelye, bal yani yok yok bir tablo , “iyi de bu çocuğa biz ne yedireceğiz her şeye alerjisi var “.Hemen diyetisyeni arıyoruz “fayda görmek için en azından üç ay uygulayın” Annem benden alışkın “ben mayasız ekmek yaparım “diyor.

Ama baş edilecek gibi değil yasak listen tabii bu işe en çok bozulan babaannen “ çocuk, daha olur mu bunun her şeye ihtiyacı var “ gerçi annem de onun gibi düşünüyor, cidden de çocukta bunu uygulamak imkansız. Nitekim imkansız da oluyor zira başta babaanne yasaklar deliniyor. Annen “ inadına yapıyor sanki H. hanım ben çilek yemesin diyorum o çilek alıyor, çilek ya hepsi hormonlu.” Annenin, benim bu karşı çıkışımıza senin en sevdiğin meyve olacaktı çilek, karpuz. Annen, ben bile sana çilek alacaktık kıyamayıp.

2010 yılı dört ya da beş aylıktın sağlık ocağında aşı yapılmış, sen bir ağlama tutturuyorsun annen bir bakıyor ki bacağında şişme taksiye atıp o zaman Turan Güneş’te yeni açılmış Çağ Tıp’a götürüyorlar, annemle. Doktor “ilaç toplanmış ovun dağılsın, sıcak kompres yapın arada” .İşten eve bir geldim annen, annem bitik o kadar üzülmüş, korkmuşlar ki sen figanlarına takside de devam edince. Ben geldiğimde de ağlıyordun kucağında sen, bir o yana bir bu yana dolanıyordu annen. Tabii elimi yıkayıp, üstümdekileri çıkarır çıkarmaz “verin bana” dedim, salonda koltuğa oturdum , dizlerime bir yastık üzerine seni koydum başladım “dı lori, lori dı lori lori” inanamadılar evdekiler, sustun sen, uyudun “mahvoldu yavrum” diye annen çok üzüldü. Büyüdüğünde bu olayı anlatım sana “kimse susturamamış mı seni? Sende sanki beni beklemişsin sesimi duyar duymaz sustun” bak böyle salladım, dinle bak bunu söyledim dı lori lori, dı lori lori”

İlk yaz tatilinden Dikili’den döneceğin günü iple çekiyorum baban havaalanından sizi almaya gidiyor, sizdeyim bende, unutmuşsun sanıyorum beni ama tanıyorsun sesimi unutmamışsın. Nihayet baban da iş buluyor. Annen çok seviniyor hem babaannenin sık sık ağlamasının, sürekli antidepresan kullanmasının senin gelişimini olumsuz etkilemesinden, hem de akşamları iş çıkışı gece yarılarına kadar temizlik yapmaktan bitap düştüğünden seni kreşe vererek sorunu çözeceğine inanıyor.

Babaannen küçük plastik saklama kaplarına koyuyor yemeklerini, meyveni, biberona da su haydi parka Basın sitesinin karşısındaki parka, orada yemeğini yediriyor hem de diğer anneanneler, babaannelerle sohbet ediyor. Anneanne ve babaannelerin tekelinde çocuk bakmak bir sektör haline gelmiş “ bugün Can’ı gördüm kapıcı çocuğu gibi… ağzı burnu yağ içinde, o ne hal “ diyor F.teyzen, annene hoşnutsuzluğunu da belirtmeyi ihmal etmeden.

Annenin öfkesini besliyor F., O da “F.”nin dediği gibi daha kentli olamamışlar göçebeler ayol, ne öyle dışarda yemek yedirmek” “kaç kere söyledim ya kaç kere çizgi film çok seyrettirmeyin diye ama televizyon hep açık, bunlar nasıl öğretmen, bunların yetiştireceği çocuktan ne olur ” söyleniyor ha bire.

bu sepetin içinde dolaştırılmayı ne çok severdin

Annen öyle duygularını, öfkesini hemen göstermez biriktirir, biriktirir patlardı ama ne patlama… Seni kreşe göndermek annen için hoşnut olmadığı ortamdan kurtuluşun tek yolu, başka çare yok ona göre…Annem baksın da diyemiyor babaannene çünkü “niye” sorusuna tatmin edecek bir cevap veremeyeceğine inanıyor, babaanneni kırmakta istemiyor. Babaannene seni kreşe göndereceğini söyleyecek yol arıyorken yeni çıkmış dişin kırılıyor parkta; babaannen çok üzülüyor kan akıyor ağzından, doktor sana antibiyotik veriyor. İlk antibiyotiğini alıyorsun böylece, annen bu olaydan çok etkilendi , duyar duymaz koştuk dudağın patlamış, şişmişti “acıdı.. “ diyordun.

Annen bu olay sonrası babaannenin kullandığı antidepresan yüzünden dikkatini toplayamadığına iyice inandı antibiyotik kullandın diye de çok üzüldü iyice tedirgin ve güvensiz oldu babaannene karşı ve kararını verdi. Sonraları annen dedi ki “eğer Cem çalışıyor olsaydı, maddi durumum iyi olsaydı kadın tutardım kimseye baktırmazdım.” Daha iki yaşındasın; kreş araştırıyor “ çok küçük” diyorum ama annenin huzura kavuşması için senin kreşe başlaman şart. Yine Dikili’ye gidiyor tatile seni alıp baban yeni işe girdiğinden izni yok, döndükten sonra da kreşe veriyor seni. Senin kreşe gideceğini de baban söylüyor babaannene.

Memel’in aşkı mı oldun sen?

Sonunda yukarıdaki videoda ki konuşmalardan da anlaşılacağı üzere bana “aşkım” derken yeni aşkın “emel”in senin deyiminle “memel”in öğretmenin olduğu kreşe başlıyorsun. “H. hanım bir şey “dedi mi “bakma yok o da yoruluyor, ta nereden geliyor işine gelmiştir, en doğrusu buydu” diyor annen. Sanıyorum bir aya yakın babaannen aldı seni servisten ki çok üzülmüştü senin kreşe verilmene “boşlukta kaldım, çok özlüyorum, sesi hep kulağımda ” onu çok iyi anlıyordum zira annem 5 yıl baktığı İ. kreşe verildiğinde delirdi. Dayanamadı kreşinin önüne gitti, bekledi “ zaten okula başlayacak bir yıl sonra , yapmayın …” diyerek kreşten aldırdı İ’yi.

Şimdi şu an seninle hava kararınca kaç siyah, kaç beyaz, kaç gri araba geçecek ya da gelecek olan arabanın, zırtopırtların rengini tahmin etme oyununu oynamak için sokağa baktığımız pencereden sensiz bakıyorum “Can gördün mü bebek pencerede”. Lambalar yakıldı çoktan, kimin perdesi açık, kiminin kapalı mutfaklarda akşam yemeği telaşı, karşıdaki evde kadın domates yıkıyor. Her ev, her pencere bir hikaye yavrum bilinmedik, anlatılmayan bir hikaye. Bu hikâyelerde ortak, tanıdık nokta kayınvalidelerle ilgili her evde yapılan konuşmaların, dertlenmelerin aynılığı. Yalnızca annenin değil ki annen annemden de şikâyet ederdi çocuk yetiştireme konusunda, herkesin herkese hep bir kulp bularak kendisini iyi hissettiği bir toplum bizim ki. Kimse de açık açık anlatmadığından evlerde olanları kapalı kutudur her şey. Senin hayatını, başına gelenleri, yaşadıklarını yazmaya karar vermemiş olsaydım , kimse bilmeyecekti yaşadıklarımızı tıpkı diğerlerini bilmediğimiz gibi.


Babaannenin de boşluğa düşmesi, zorlanması çok normaldi bütün gününü birlikte geçirdiği her şeyini düşündüğü tek torunundan ayrılması onun açısından kolay değildi ama hayat böyleydi işte..eninde sonunda çocuklar büyüyüp kendi hayatlarını yaşayacak, okula giderek günlerini okulda geçireceklerdi…. böyle böyle devam edecekti hayat. Biz deneyimliydik o yüzden babaannene “çok sev Can’oyu, tadını çıkar bu günlerin, okula başlar başlamaz her şey değişir, ben öyle yapıyorum. Bizim diğer torunlar büyüdü gözleri bizi görmüyor; okul, kurs, sınav. elimizde bir Can’o kaldı bu günlerin kıymetini bilelim”

2009 Eylül’ünde doğan seni çok net olmasa da Nisan ya da Mayıs 2010 kadar annen; o günden sonra yukarıdaki videonun çekildiği 30 Temmuz 2011 tarihinde görüleceği üzere Haziran 2011’e kadar da dedenle hastanede kaldığı, devre mülk için Kızılcahamam’a gittiği arada mola verdiği günleri de çıkarsak yaklaşık on ya da on bir ay babaannen baktı sana. Ne garip gittiğin her kreşin adını hatırlıyorum ama ilk kreşinin hatırlayamıyorum galiba “Sudoku”ydu, 4. cadde’deydi; 2 yaşına girmene 3 ay varken kreşe yolluyor annen seni.

Annem veya ben ya da ikimiz birlikte seni alıyoruz servisten, annem her gün evinize yürüyor, ben daha emekli değilim ama çok yoğun da değilim servisten geliş saatine göre ayarlıyorum iş çıkışını. Servis 16, 16.30 gibi kapıda oluyor azıcık gecikti mi deliriyor illaki arıyorum bakıcı kadını “trafik” , “az geç çıktık”. Gelince yoğurdun, çorban hazır annen “dolapta şu, şu köfte var “ ya da “ bugün yemek yok çorba yapsanız” ya da “, bulaşık makinasını boşaltsan” gibi onlarca şey söylüyor. Genelde annem zira ben aldığım ilaçlar yüzünden çok çabuk yoruluyorum evinizi topluyor, makinadan bulaşıkları, çamaşırları çıkarıyor, lavaboları, yerleri siliyor ki annen eve gelince rahat etsin. Eğer senin için evde yemek yapıp getirdiğinden onları ısıtırdı sen gelince hazır olsun diye olmazsa olmazımız; her akşam bir kap yoğurttu. Çoğu kez annem bu işleri yetiştirmek için evde kalıyor, seni almak için aşağıya ben iniyorum.

Servis geliyor çokk küçüksün çokk, kucağıma atlıyorsun beni görünce… nasıl nasıl seviniyorsun görünce ki esir kampından kurtulmuş bir esir gibisin; o yaşta. Kuzenin İ. bize gelince ben kuzenlerinle ilişkin olsun kardeş olsunlar sana diye “haydi Can’ı görmeye gidelim “ diyorum. İşte çocukluğunla ilgili videoları da o gün çekiyor ilkokula giden İ., seninle saklambaç oynuyor. Sonra komşun F.’nin kızı İstanbul’da üniversite okuyan öbür kuzenin de geliyor seni görmeye .

Sağlıklı diye annen tahtadan oyuncaklar alıyor sana annen, sana renkleri öğretiyoruz “Can kırmızı nerde, mor”, “ em em “ ev yapıyorsun, parklarda kuma çizdim hep evleri bir sopayla…

Kreşleri hiç sevmedin sen, senin sevmediğini bildiğimden hep erken alırdım ya da bugün gitmesin derdim. Öyle sürekli bir ay her gün hiç gitmedin kreşe, mola illaki mola verdin, verdirdik sana. Ne iyi yapmışım öyle yapmakla.

Koban diyorsun kocaman demek “ada” diyorsun “anne”ne .Senin kreşe başlamadan tek mutlu olan annen; temizlik sorunu bitiyor, senin için kreşin iyi olduğunu düşünüyor ama sen çok küçüksün annem sürekli “olmaz ya haline baksana Can’nın, ne kadar küçük, bu kadar insanız, bakarım ben ” diyor. Çocukları çok seven bir aileydik biz, hele de anneannen ve ben. Belki anne nasıl olunur bilemeden ilk çocuğu beni kucağına 15’inde alan 12 yaşında evlendirilen anneannen yaşayamadığı anneliği torunlarıyla yaşadığından; onları çocuklardın çok sevdi tıpkı benim onları çocuğum yerine koyup kardeşlerimden çok sevmem gibi.

Annem sonunda “gönderme ben bakacağım” diyor. Ben “ yaşlısın kendini zor taşıyorsun, ben de hastayım, babam var çok yorulursun”, ” hayır çok küçük ne kadar mahzun, ne kadar masum ya bırakmam sürünsün kreşlerde yüreğim dayanmıyor, ev işini yemekleri gece yaparım “. Diyebilirim ki 2-3 ay sürmedi kreşten alındın sen.

2010 yılı Eylül ayında M. dayının nikahına katıldın sen ve 16 Eylül 2011 de her zaman çok seveceğin, resimlerini yapacağın Duru doğduğunda annem sana bakıyordu. 30 Eylül 2011 Duru’yu ziyarete gidiyorsun sen.

Her sabah yürüyüş yapan annem yürüyüşünü aksatmamak için sabahları daha da erken kalkıyor yürüyüşünü yapıyor sonra 20 dakikalık mesafeyi yürüyerek size geliyor, akşamda yine yürüyerek eve dönüyor; babaannen gibi o da kar, kış, yağmur, çamur dinlemiyordu. Annenin servisi sabah 8, akşam 19’da geldiğinden ona göre ayarlıyor geliş, gidişini.

Annem size gelince otomotikman evin bütün işi yemek, temizlik her şey bana, sizin evinizdekilerde anneme kalıyordu ama annem benden şanslı hem sen vardın, hem de sizin evin işi bizimki kadar çok değildi. Üstelik bir de yaşlı babama bunun ne demek olduğunu ancak yaşlanmış insanlarla yaşayanlar anlayabilir; yaşlılık bir nevi huysuz bir çocukluk sendromu güzel oğlum; sana bakmak ona bakmaktan on kat daha çekici ve mutluk vericiydi. Çünkü her şeyi sana bakanla öğreniyordun ama yaşlı biri her şeyi bildiğini varsayarak her şeye bir yorum, bir konuşma. Ömrü boyunca kızdığında anneme diye yazacaktım ki vazgeçtim neredeyse hep “o kadın” dediği anneme “ kadın yine iş buldu” “demiyor ki bu adam yaşlıdır, bakıma muhtaçtır “diyerek verip veriştiriyordu; kölesi ya babamın annem..

Bu işten hoşnut olmayanlardan biri de teyzen F., aile oraya taşınmış gibi geliyor ona açık açık söylemese de; içten içe hoşnutsuzluğu fark ediliyor. Evi kirlensin istemiyor annemle arasına bir mesafe koyuyor ki annem seninle evine girip çıkmasın diye. Senin evine gittiğinde evini karıştırmadan haz almıyor .Annem de tedirgin zaten gitmek istemiyor F.’ye seninle.

Öyle tuhaf işler yapıyor ki tanımayan anlam veremez. M. dayınları yemeğe çağırıyor elinde tavuk sizin evde gelip yemeği hazırlıyor, sizin evde kabul ediyor, ağırlıyor evine çağırdığı aile üyelerini. İlk bebek ziyaretini yaptığın Duru’ya annesi korktuğundan banyo yaptıramıyor öyle ki isilik oluyor annem de “yeni doğan çocuğa her gün banyo yaptırılır arabanız var getirin ben yıkarım” diyor; Duru banyo yapmaya size geliyor. “Can, Duru nasıl ağlıyor” “bebe..bebe” dediğin Duru’nun taklidini yapıyorsun. İnsanları da hayvanlar gibi çok iyi gözlemlerdin; annem “Kemal bey” diye seslendiğinden babama senin de arada ”Kemal bey” diyerek bizi güldürdüğün babamın öyle güzel taklidini yapardın ki.

F. teyzen bırak anneme yardımcı olmayı hiç aramıyor dahili telefondan dahi. Ben de annemin yanına geliyorum yardıma; sana bakıyoruz huyunu bildiğimden F.’nin pek nadir gidiyorum evine oysa aynı 41. nolu 2. blokta siz 7. , . F.de 10 katta oturuyor.

Hava soğuk sıcak dinlemiyor, seni parka götürüyorum, gezdiriyorum, sadece parka değil sitenizin önündeki tek katlı bir gecekondunun bulunduğu büyük arsayı keşfe çıkıyoruz, çiçek topluyoruz baharda “gelincik bu” ; büyüyorsun sen, yürüyorsun adam akıllı ki ilk adım atışın bizim evde; salondaki sehpanın yanındaydın birden sehpaya tutunup kalktın ve sanki hep yürüyormuşsun gibi yürüdün. Annene “videoya çek, emeklemesini, adım atışını, konuşmasını “ derdim arada videoya aldıklarını biliyorum.

Etrafımızdaki yaşıtlarından erken diş çıkardın “baba” “dede”, “anne” “aşkım” dedin, heceledin, emekledin ve yürüdün. 5 aylıktın diş için patlamıştı damağın, hep çok hızlıydın, çocukluğunun bütün evrelerini çabucak tamamlıyordun.

Ailemizin klasik “haydi bana gel, bana gel ” oyunu seninle de oynanıyor. Bakalım kime gelecek; ben annen, anneannen, İ. , ev de kim varsa diziliyoruz yan yana; bir çizgi gibi tek hatta seni bizden uzakta ortaya bırakıyoruz; herkes en şirin halini takınıyor “ aşkım haydi bana gel Can ” , “Can haydi annene “ “Gülsen’e” gel derken ellerimizle gel gel işareti yapıyoruz. Sen kah bana, kah annene , kah İ.’ye gidiyorsun tek gitmediğin anneannene. Cümle kuruyorsun, her çocuğun efsanesi “bu ne ”lere başlamışsın çoktan. Ara da babam da geliyor benimle size, yemek yemeğe.

anneanneyle alışveriş

Anneannen bir gün “yoruldum demedi” bir gün… seni o kadar çok seviyordu ki ve sana o kadar güzel bakıyordu ki annen işe gidince ağlamaya başlayan seni kucağına alıyor “haydi annene bay bay diyelim” pencerenin önüne götürüyor “bak işte annen, haydi sende el salla, erken gel annesi, Can seni bekliyor” ağlıyorsun sen el sallarken sonra annem sana “kedilere bak , bak bak arabaların altına giriyor” diyerek kedileri gösteriyor. Annenin tersine kedileri çok seviyorsun çokk, babanın evlenmeden önce iki kedisi vardı birinin adı Marsık hatta bir keresinde kayboldu, baban çokk üzüldü ilan hazırladı tek tek astı bulundu işte o kedilere babaannen bakıyordu, sen onlara gidip geldikçe “Marsık çizdi bak, Marsık çok yaramaz “lı Marsık ‘ın hikayelerini anlatırdın.

Marsık

Ve 2013 yılında bizden üç sokak ötede annen ev alıp bana komşu geldiğinde yolda, apartmanın önünde sokakta bir kedi görmeyelim ardına düşer takip ederdik, arabaların altına bakar “pisi pisi” diye ayaklarını asfalta vururdun arabanın altından çıksınlar da peşine düşelim diye; özellikle baharda en az bir saat peşlerinde dolanırdık. Onlar koşar bizde koşardık arkalarından öyle severdin kedileri. Kuaför Hüseyin “hayırdır “derdi “Can yine kedi kovalıyor.” Kedi apartmanın bahçesine girerdi biz de girerdik.

Sonra 2012 Şubat’ın da ben hastalanıyorum ağır bir ameliyat sağ kalın bağırsağım alınıyor 1 metre; kendime geldiğimde “anneme Can ne olacak şimdi diyorum “ “babaannesi var, bakar “ diyor annem. 6 gün sonra eve gelince hastaneden seni görmek istiyorum, getiriyorlar, unutmamışsın “Güşeni”.

Seni çok seviyorum çokkk; sol göğsüm alındığında narkozdan çıkar çıkmaz gözlerim nasıl İ.’yi aramış, o halde anneme “çantamı aç İ.ye harçlık ver” diyecek kadar kendimi unutmuşsam seni de o kadar çok seviyorum; İ’yi nasıl kızım bilmişsem seni de oğlum sayıyorum..

Babaannen ben düzelene kadar sana bakıyor; annen aynı sıkıntıları yaşıyor yine çok huzursuz. 2012’nin Nisan ayının başında tekrar annem bakmaya başlıyor zira M. deden hastalanıyor, babaannen hastanede refakatçi. Nisan’nın 28’in de Hacıbektaş’a gidiyorsunuz. Sana diktiğimiz ağacı görmeye, annen kurbanını da kesiyor. Dönüşte G.lerin araba bozuluyor güç bela geliyorsunuz Ankara’ya. Baban arabasıyla G.leri evlerine bırakıyor o kadar kötü kullanıyor ki arabayı ölüp ölüp diriliyorlar. Eve varır varmaz telefon ediyor G. “bilmiyordum ben, ne kadar kötü bir şoför, yola çıkılmaz onunla”. 2012 Ekim’in 26’sında Beypazarı’na gidiyorsunuz gezmeye G.lerin arabasıyla zira annen asla cesaret edemiyor babanın kullanacağı arabanızla şehirlerarası yola çıkmaya.

Hacıbektaş’a giderken

Bense artık işe gidecek durumda değilim emekliliği düşünüyorum. Ve benimle ilk tatiline çıkıyorsun sen, ben, anneannen, annen. Dönüyoruz annen, ben, sen ; anneannen orada kalıyor zira deden büyük problem çözümsüz “yaşlıyım, kim bakacak” sorunsalı. Daha Dikili’de karar veriyor annen seni yeniden kreşe yollamaya. Annenin daha izni bitmemişti, kreşe başlayana kadar üçümüz birlikteyiz. Hafta da iki üç gün işe gidiyorum saat 3 gibi ayrılıyorum annen arıyor ” kreşten aradılar Can bugün erken çıkacakmış yetişebilir misin” hemen fırlıyorum. Birim değiştirmişim Dikmen’deki genel müdürlükte arşiv bölümündeyim. İşyerim eve çok yakın; servis gelmeden yetişiyorum. Seni beklerken aynı saatlerde torunu İpek’in servisini bekleyen anneannesiyle arkadaş oluyoruz, konuşuyor, sizlerden bahsediyoruz.

Servis gelmeden 1 ya da iki saat önce geliyorum evinize; yoğurdunu, yemeğini, meyveni, cevizini çıkarıyorum. Seni beklerken evi toparlıyorum, temizlik yapıyorum, bulaşık makinesini boşaltıyorum. Sonra aşağıya iniyorum, servis gecikirse kafayı yiyorum.

Niye bilmiyorum vefatına kadar içimde ancak seni kucağım alıp sarıldığımda biten bir korku; sana bir şey oldu, olacak korkusuyla yaşadım. Asansöre biniyoruz “ben basacağım”, “ne yaptınız bugün” “ düştüm” ayağım kaydı, havuza girdik.. anlatıyorsun kreşte olanları; bazen eve girmek istemiyorsun önce parka gidiyoruz, pencereden T.’nin basket oynayışını seyrettiğimiz basket sahasın da top oynuyoruz. Büyümüşsün ya topu potaya atmaya çalışıyorsun atamıyorsun ben atıyorum seviniyorsun. Sitenin içindeki basket sahasına yakın küçücük parkta salıyorum seni” haydi Paris’e”, dönen oyuncaklara biniyorsun. Siteyi keşf ediyoruz;havuzunuzu gösteriyorum sana, geçiyor günler.

14.04.2012 çok sevdiğin odamız ve kelebekler

Sonra “artık yeter haydi eve “mevsimine göre “üşüdün, terledin hasta olacaksın üstünü değiştirelim”le eve giriyoruz. Elini yüzünü yıkıyorum, üstünü değiştiriyorum, çizgi film açıyorum yemek yediriyorum annen geliyor. Ağlıyorsun “gitme “ , oyun yarım kalıyor ya ondan, balonlarla oynuyoruz birbirimize atıyoruz. Sonra Dikili’den annem geliyor, ben de emekli oluyorum Eylül 2012’de artık tek meşguliyetimizsin sensin annemle, benim.

Arada bize de geliyorsun, getiriyoruz, çok sık hastalandığından kreşe gidemediğin zamanlar çok, o yıl kolon kanseri teşhisi konuyor hem partiden, hem işyerinde arkadaşım Cahit’e. Onu görmeye gidiyorum sık sık. Bir gün yine Cahit’i ziyaretten geldim ki Cahit “biraz daha otur gitme derdi ben gitmeliyim Can’nın servisi gelir “ “annen alsın “ yok beni görmezse telaşlanır” derdim, her şeyimi senin vaktine göre ayarlamama kızar “ biraz da kendin için yaşa “derdi .

O gün Cahit çok kötüydü çokk “bu ağrılar inanılmaz yahu nasıl bir ağrıdır bu” ölmek üzere olduğunu gördüğümden o kadar üzülmüştüm ki eve gelir gelmez mutfakta anneme sarıldım “Cahit ölüyor anne” ağlıyorum; sen bana bakıyorsun sonra hâlâ dün gibi hatırlıyorum, koridorda “ölüyo”, “ölüyo” diye dolanıyorsun. Hemen toparlanıyorum, gözyaşlarımı siliyorum kalbimde tuhaf bir çarpıntı, koşup seni kucağıma alıyorum sarılıyorum ; öpüyorum “Can yok öyle öldü demedim ki ben, çok seviyorum Can’ı dedim “

2012’Aralık ayı öyle bir kar yağıyor ki Ankara’da, servisin gecikiyor; nihayet geliyor servis bana “Ecem, bana senin evin yok dedi” derken sen ben arkadaşım Cahit’in ölüm haberini alıyorum Doğan’dan.

Arsından “sessiz Juliet’lerimiz vardı, bizim de” yazısını yazıyorum “3 Aralık 2012 Ankara’da kar yağışı” entry’leri, tweetleri dolanıyor sosyal medyada. Telefon elimde ben, öylece bakıyorum kara; boş, boş” ve o yazıyı şu satırlarla bitiriyorum bir gün senin çocuk yaşata öleceğini bilmeden “ söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?” 

DİĞER YAZILAR